Gün/aydın dostlarım…
Özlemeyi biliyorsan tebessüm et. Beklemeyi biliyorsan sabret… Sevmeyi biliyorsan… Aç kollarını aç…_____
Hz. Mevlana’nın dediği gibi!..
“Geldim!..
Ateşsen yanmaya
Yağmursan ıslanmaya
Soğuksan donmaya
Geldim…”_________Ve benim adım SABAH… SEVGİYE başlangıcım ben…
DİL ve SÖZ
Eğer küle dönmüş bir ateşsen, harlı bir ateş olarak bahsetme. Ola ki inanır ve yanılır. İşte o zaman dokunduğun ruh harabeye döner.
İyisi mi ne istediğimizi bilmeden, kendimize ait bazı defterleri kapatmadan, yeni ruhlara dokunmamaya çalışalım.
Biliniz ki;
En güzel göz, her şeye sevgiyle bakandır,
En güzel söz, yalansız olandır
En güzel kurulan köprüler, gönüller arasında kurulandır.
En güzel yol, doğruluğun yoludur
En güzel kalem, doğruyu iyiyi güzelliği yazandır.
En güzel insanlar ahlâklı, yüreğinde saygı ve sevgi yüklü olandır…
En güzel sevgi; yaratılanı, yaradandan dolayı sevenlerin sevgisidir.
Şu üç şeyi asla unutmayalım;
-Sevgi
-Saygı
-Güven
Saygının olmadığı yerde HAKARET…
Sevginin olmadığı yerde NEFRET…
Güvenin olmadığı yerde İHANET vardır…
Her ne olursa olsun:
Hayata olan yaşam mücadelenizi asla bırakmayın…
Çünkü seni koruyup kollayan Rabbin var!..
O isterse eğer kuru bir dala bile can verir.
Bir avuç toprağı olmayan fidana, bile canı vereni kimi unutur ki?..
Hoş görüp, hor görmeyenlere SELAM OLSUN.!
Ve her şey bittiğinde, bizim akıl nisyanımıza yazıp da hatırlayacağımız tek şey;
Düşmanlarımızın sözleri değil, ihanet odaklarıyla bir olan, dostumuz dediklerimizin sessizliği olacaktır bir gün…
Biliyor musunuz?.. Şu dünyayı aydınlatan, ateş topu güneş var ya, bir gün, kıyamet koptuğunda mutlaka sönecek.
Ölüm gibi bir şey bu… Önümü göremediğim bir yolda, karanlık dünyanın bataklığına saplandım.
Artık bu sanal âlemin küf kokulu odaların da gezinmek beni tatmin etmiyor, midem bulanıyor ama kendimi bir türlü bu odacıkların içinden kurtaramıyorum.
Kalbime çekilmenin, yüreğimi aydınlatmanın yolunu ah bir bilsem, bir bulabilsem…
Ahh!.. Keşke bu çöp yığınını yüreğime doldurmak yerine dökmeyi öğrenseydim.
Bu çöp yığını, bu bulantı, önce huzurumu kaçırdı, sonra sarıldı. Tıpkı ahtapotun kolları gibi kıskıvrak beni yakaladı…
Ne kadar da çok insan geliyor ve geçiyor, bir değer bırakarak ardından…
Ama az ama çok… Aza çoğa baktığı yok aslında sürümden kazanıyor zaman…
Ey dost biliyor musun?.. Bilmiyorsan bir bilene sor!..
Bu dünyada hiçbir şey bize ait değil sadece emanet. Ne güzelliğimiz, ne yakışıklığımız, ne ilmimiz, bilgimiz, ne de maddi durumumuz hepsi zamanı geldiğinde bizden alınacak.
Her şeyin bir bedeli, bir karşılığı vardır, bedel aynı olsa dahi kimin nasıl isimlendirdiğine göre sonuçları farklıdır.
Kimi zaman bedel peşin ödenir kimi zaman daha sonra, bazen de taksitler halinde ama mutlaka her yaşananın bedeli ödenir.
Ya da yaptığın bir hata sebebiyle çevrendekilerin tepkisini aldığında dünyaya küsmek yerine hatandan ders alır ve bunu bir kazanım gibi görürsen bedelini öderken bir artı ile yola devam edersin.
Önemli olan ödenen bedellerle elde edilen yararlar arasındaki dengeyi tutturabilmektir, maksimum düzeyde marjinal fayda sağlamayı bilmektir…
Bu karışıklıktan kurtulmak için, bağırmak istesem de, beynime çöreklenmiş KARAYILAN, riya kokan müstehzi bir ses tonuyla “ boş ver “ diyor, boş ver sen böyle çok özelsin. Sesim bile paramparça olmuş, etrafa saçılan can kırıkları, nasıl da batıyor ruhuma, kimselere anlatamıyorum. Bu sessiz ama çığlık çığlığa haykırış sadece benim değil ki.
Benimle birlikte, kara kutuyu paylaşan hepimizin çığlıkları, kâinatta yankılanıyor da, kimse sesimizi duymuyor…
Duymuyor, duymaz çünkü sadece kendi dili kendi sözünü kulağına söylüyor… Ah bir öğrense diline sahip sözüne hâkim olmayı, dilden düşmeden söz sağlamasını yapmayı, kıyamet kopup güneş yok olmadan önce ah bir bilse, bir öğrense şu insanoğlu denen iki ayağının üstünde yürümeyi öğrenen varlık, dilini… Sözü serbest bırakmadan önce dilinden, dört ile çarpıp ikiye bölse, sonra karekökünü alıp dildeki sözü kalbiyle toplasa, iki çıkarıp bir söylese, ne kadar güzelleşir dünya, yok olmadan önce…
Teknolojinin hızından başımız dönüyor ama dilimiz dönmüyor. Nereye? Aslına, doğrusuna… Artık kelimeleri söyleyemiyoruz, yazamıyoruz, hatırlayamıyoruz ve hatta bilemiyoruz.
Dilimizi kaybederken, sözümüzde nezaketi, görünüşümüz de zarafeti, tavırlarımızda letafeti de yitirmeye başladık. Onun için medyada, sosyal ortamlarda, filmlerde, siyasette, çevremizde küfürler, abartılar, kabalıklar daha bir arttı; tehdit, şiddet, umursamazlık normal sayılmaya başlandı.
Örneğin “Her mürşide dil verme, kim yolun sarpa uğradır, mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş” der Niyazi Mısri. Yani dil ve gönül birbiriyle bağlantılı. Aslında biz gönül deyince sadece göğüs boşluğunda bulunan, avuç büyüklüğündeki organı anlıyoruz, yürek deyince de, kalp deyince de.
Ama öyle mi acaba?.. Gönül deyince aslında insanın sevgi cevherinden, yürek deyince cesaret erdeminden, kalp deyince dönüşebilme yetisinden bahsederiz de haberimiz yoktur. Yani bunlar insanın sıfatlarıdır ve göğsümüzdeki organla değil birazcık kafamızdaki organla ilgilidir, beynimizle.
“Dildir insanı abâd eden, dildir insanı berbad eden!..”
Evet, insanoğlunun en temel iletişim aracıdır; “SÖZ”.
“Söz var sözden içeri, söz var sözden ileri.” Söz var derde devâ. Söz var, sağlam adamı hasta eder. Söz var dilin ucundan söylenir, kalp ve gönülle irtibatı yoktur…”
Sözü söylemek kadar yerinde ve zamanında söylemek de bir o kadar önemlidir. Yerinde söylenen söz, zamanında içilen ilaç gibidir.
Kaynağına göre değer taşır söz. İyiliğe, güzelliğe vasıta olduğu gibi, kötülüğe de vasıtadır. Hem gizlidir, hem de meydandadır, yâni zâhir ve bâtın iki yönlüdür. Zâhir olanını duymak kolay, bâtınını duymak herkesin harcı değil.
Bunun içindir ki kendini bilen önce sözüne bakmalı. Söz öze aynadır. İnsanı abâd eden de berbat eden de sözüdür. Kişinin adamlığını yahut hamlığını ortaya seren sözüdür. Ârif ceddimiz “Üslûb-ı beyan aynıyla insan” demiş…
Söz ağızdan çıkıncaya kadar senin esirindir. Ağızdan çıktıktan sonra sen onun esiri olursun.
Sözün insana neler kazandıracağını, başına neler getireceğini Yunus Emre Hazretleri asırlar önce söylemiş:
“Söz ola kese savaşı / söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede.”
Sözün değerinin mukaddeslerimizden neşet ettiğini göz ardı edip kendi kabiliyetinden sâdır olduğunu sanan nâdanlara, söz gücünün kendisinden gelmediğini söyleyen Yunus Emre Hazretlerine başvurmalarını hatırlatırım:
“Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil / Bu yürüyen halktan değil, Halık avazından gelir.”
Hak âşıkları, sözlerinin Allah ve Resûlünden beslendiğini söylüyorsa, onların yolunda sözün değerini yüceltmek düşer bize…
Asırlardır insanlar sevgisini, aşkını, öfkesini, nefretini diliyle ya kusmuş ateş püskürmüş ya da güller saçmış gülistan olmuş
Duygunun kaynağı olan kalp ve onun tercümanı konumundaki dil, sözün değerini belirler. Bu yüzden insanlık tarihinde sözün ayrı bir önemi vardır. Zihnimizle kalbimiz birleşir düşünce, duygular doğar ve ancak dille ifade edilir. Sözümüz, “ÖZ” ümüzdendir.
Kendini bilmek, tanımak isteyen önce kullandığı dile baksın. Sözü, özüne “AYNA” dır…
Kişi sözü söylemeden önce ona hâkimken, söyledikten sonra ona mahkûm olur. Söylenen sözün manası kadar, yerinde söylenmesi de önemlidir. Yerinde söylenen söz ciddi etkiler yaratır.
Bu anlamda sevgili Yunus Emre bakın ne demiş;
“Söz ola kese savaşı/ söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede.”
Önemli olan her sözü her yerde değil, anlayanların bulunduğu yerde söylemeyi bilmektir. Anlamayanlara söylenen sözün değeri düşer, ayaklarda pul olur. “Her sözün vakti, her nüktenin yeri vardır. Dilsizin dilinden ancak anası anlar.” Sözü anlayabilmek içinse, göz ve kulaktan çok kalp ve gönül lâzım. Kalpten çıkan söz, kalbe ulaşır, ağızdan çıkan söz ise kulak duvarına çarpar, bir türlü aşamaz. Sözü dinleyen de, söyleyen kadar önemlidir. Satıcının güzelliği, alıcıdan gelir. Kalpten gelen söz, girecek bir gönül mutlaka bulur.
Eşrefoğlu Rumi şöyle der;
“Dil dudak debreşmeden, sözden anlayan gelsin…”
Anlayana beden dili, yüz ifadesi, göz, kaş hareketi bile yeter. Bütün mesele sözü doğru söyleyecek ve söyleneni doğru anlayacak insan bulmakta. Bu, tüm insanlığın özlemidir…
Türk Edebiyatına önemli katkıları olmuş Türk milliyetçiliğine ilham kaynağı olmuş şairlerimizden Namık Kemâl için şöyle bir hikâye anlatırlar:
Rivayete göre Magosa’da zindandayken yanına bir mahkûm gelir. Üstat şiirler yazar ve yazdıklarını zindan arkadaşına okurmuş.
O da bu şiirleri ağlayarak dinlermiş. Namık Kemâl de bu durumdan çok etkilenir, “ne kadar duygulu ve hassas insan” dermiş.
Hatta dışarda ki arkadaşına şöyle bir mektup yazmış: ” zindandayım, ama çok mutluyum. Çünkü burada beni anlayan birine rastladım. Ben söylüyorum o ağlıyor, o ağlıyor ben söylüyorum
Namık Kemâl, bir gün zindan arkadaşına “ben şiirlerimi okudukça, sen hep ağlıyorsun, neler hissediyorsun bana anlatır mısın?.. Diye sorar.
Zindan arkadaşı Namık Kemal’e “sen yazdıklarını okudukça sakalın sallanıyor. Ben de sakalın sallandıkça köyümdeki keçimi hatırlıyorum. Onu çok severdim, özlüyorum ” diye cevap verir…
İşte, Mevlana’nın da dediği gibi, “siz ne anlatırsanız anlatın, anlattıklarınız karşınızdakinin sizi anladığı kadardır…”
Öyleyse nasıl duyurmaya çalışıyoruz sesimizi, kime anlatmaya çalışıyoruz bildiklerimizi?.. Anlattıklarımız ve bildiklerimiz, diğerlerinin anladığı ve bildiği kadar. Belki de bazınız, çoktan bıraktınız bu yazıyı okumayı. Eğer geldiyseniz buraya kadar, gönülden gelen sözler delmiştir kulak duvarını, inmiştir kalbinize…
Kendini bilmek, tanımak isteyen önce kullandığı dile baksın. Sözü, özüne “AYNA” dır insanın… Söz biliyorsan konuş, ibret alsınlar, Bilmiyorsan sukut et, adam sansınlar. Diyorlar ki “Dost acı söyler? Acıyı söyleyene dost denilmez ki! Seni sevmeyen acı söyler. Dost, sana söylediği acı dahi olsa senin canını acıtmayacak şekilde tatlı dille söyler Tatlı söz dinletir, tatsız söz esnetir. Tatlı sözün, güler yüzün açamayacağı kapı olmaz. Onun için insan diline sahip olmalı ve sözünü iyice düşünüp öyle söylemeli. Hülasa kişinin özü sözüne, sözü özüne uymalıdır…
Yüzünüzden tebessüm, kalbinizden sevgi eksik olmasın. Sevdiklerinize zaman ayırın, Sevdikleriniz yanı başınızda olsun, yüreğinizden umut, yüzünüzden tebessüm eksik olmasın dostlarım. En başta sağlık olsun___ Sonsuz sevgi olsun…
Gerisini boş verin_____
Dışarıda rüzgâr varmış?.. Ağaçların yaprakları sallanıyormuş?..
Renklerin dansı varmış?.. Sonbahar geçmişmiş?..
Kış gelmişmiş?.. Sonra bahar gelecekmiş?..
Dünyanın hüznü varmış?..
Boş versene dünyayı…
Sen ömrünü boşa geçirme…
Sevmiyorsan yaratılanı yaratandan ötürü…
Aldıysan mazlumun ahını…
Okumadıysan, duymadıysan “Kul hakkıyla gelme bana” diyen Rabbinin ayetini…
Son nefeste huzurla mı gideceksin sanırsın?..
Işığınıza, yaşam kavganıza, yüreğinize, düşlerinize, sabrınıza, dostluğunuza gün/aysın…
Sevin hayat sevince, sevilince güzel ve diyelim ki her bir cümleye ve bilene ki bu Vatanın sahipleri, yalnızca bu Vatanı karşılıksız seve bilenlerdir… Kim; Barış adına, Sevgi adına, İnsanlık adına yoklama alırsa, Ben; ‘Buradayım…
Her sabah Rabbimize Dua etmeyi unutmayalım. Çünkü Allah bizi uyandırmayı unutmadı. Yaşadığımız hayatın her anın kıymetini bilelim…
Hayatı güzelleştiren insanların güzelliğidir. Kimi emek ve çaba harcayarak bir şeyler yapmak ister. Kiminin ise varlığı en büyük güzelliktir.
Bu Perşembe gününün içinde geçeçek her anınız; bir ağacın gölgesindeki huzur, berrak sulardaki saflık, topraktaki bereket ve aldığınız nefesteki anlam kadar güzel olsun.
Hayat ağacınıza asılan yeni günde yürüdüğünüz yolunuz açık olsun…
Kim; Barış adına, Sevgi adına, İnsanlık adına yoklama alırsa, Ben; ‘Buradayım’
Yaşamayı sevin, işinizi sevin, hayvanları sevin, eşinizi sevin, doğayı sevin ama en çok kendinizi sevin. Kısacası Yaradandan dolayı Yaratılanları sevin… Sevmek nefes almaktır!..
Hayat sevince güzel sevelim, sevilelim ve diyelim ki; Atalarımızdan emanet aldığımız bu Vatanın sahipleri yalnızca bu Vatanı karşılıksız seve bilenlerdir…
Hoş kalın, hoşça kalın, sevgiyle hep dostça kalın, bir gün, bir yerlerde görüşmek ümidiyle…
#öskurşun#