SEVİNÇLE DÖNDÜK BAHÇEMİZE
DOSTUM METİN OLCAY İÇİN
ne tatlı bir insandı o
yüzü gibi yüreği de tertemiz
içinden geldiği gibi davranıp
içinden geldiği gibi konuşan
saf mı saf ve art niyetsiz…
H.E.
Eşim Güler’le evlendiğimiz günden bu yana, nereye gideceksek birlikte gittik. İki ya da üç istisnası var bunun. Zorunluluktan dolayı o da.
Erdek’e de birlikte gittik hep, Antalya’ya da… Uludağ’da, İzmir’de, Bodrum’da da birlikte olduk; İsviçre, İngiltere, Amerika ve Meksika’da da…
Mersin, Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş’ta da birlikteydik; Suriye, Lübnan, Fas, Tunus ve Yunanistan’da da…
Kısacası anca beraber, kanca beraberiz hep.
Yalnızca kızımızın liseyi bitirdiği yıl düzenlenen Kıbrıs gezisine katılamadım ben. Bel fıtığı rahatsızlığım nüksettiği için son anda.
Bir de, evet bir de, kızımla birlikte, bir yaz günü zorunlu olarak birkaç günlüğüne Erdek’e gittiklerinde…
Evet, ilk kez bensiz gitmişlerdi; kızım ve eşim Erdek’e.
Hafta sonu idi ve ben Silivri’deki bahçemizde…
Bir sabah, bahçıvanımız İlyas Efendi’yi de göremedim bahçede, eşi Sebile Hanım’ı da… Şöyle bir sabah yürüyüşü için çıkmıştım ki, biraz sonra İlyas Efendi geldi yanıma. Selamlaşıp güzellikler diledik birbirimize ama bir keder, bir endişe okuyuverdim yüzünde:
“Ne var İlyas Efendi, Sebile Hanım mı rahatsız yoksa?” diye sordum.
“Sebile değil ama Âişe çok hasta Hüseyin Bey.”
“Nesi var? Son günlerde iyi görüyordum ben onu.”
“Bir iki gündür biraz rahatsızdı da bu gece çok fenalaştı. Kendini bilmez vaziyette baygın yatıyor.”
“Niçin haber vermediniz bana İlyas Efendi?”
“Umut yok artık Hüseyin Bey. Biraz önce Kur’an okudum başında. Ha yumdu, ha yumacak gözlerini. O durumda…”
Der demez, telefona sarıldım hemen. Durumu anlatıp acele bir cankurtaran, (ambulans) istedim. Beş, on dakika geçti, geçmedi; geldi bir cankurtaran. Âişe’yi aldığı gibi gitti; İlyas Efendi ile birlikte.
Çimli alanın ortasındaki dut ağacının gölgesine oturduk; Sebile Hanım’la.
Evladı kaç yaşında olursa olsun, anne olmak kolay değil. Canının bir parçasıdır çünkü o.
“Ah benim kadersiz kızım! Ah benim talihsiz yavrum!” diye gözyaşı döken bu acılı anneyi:
“Sebile Hanım, göreceksin, birkaç gün içinde iyileşecek ve sağlıkla dönecek yanımıza.” diye teselli etmeye çalıştım.
“Dur sen, birkaç dakika bekle beni.” deyip mutfağa koştum. İki bardak sütlü kahve hazırladım. Bir tabağa kuru pasta ve bisküvi doldurup tepsiye koyarak götürdüm.
“Neden zahmet ettin Hüseyin Bey?” deyip ayağa kalktı hemen.
“Ne zahmeti! Otur, otur sen. Ben de kahvaltı yapmadım henüz.” dedim.
Konuşup dertleşerek birlikte yiyip içtik.
“Ayşe böyle değildi Hüseyin Bey. Konuşkan, cana yakın, neşeli bir kızdı. Boşandığı kocası getirdi onu bu hale. Her işine her şeyine karıştı. İçinde zerre kadar sevgi olmayan kaba bir adamdı.” diye yakındı durdu
“İyi yapmış boşanmakla. Dert etme bunları kendine. Geride kaldı artık onlar. Hele bir sağ salim dönsün hastaneden, göreceksin; her şey daha güzel olacak.”
“İnşallah, inşallah!”
Öğleden sonra geldi İlyas Efendi. Yüzü her şeyi söylüyordu ya, sordum ben yine de:
“İyi, iyi!.. Âişe iyi… Serum verdiler hemen. Çok geçmeden açtı gözlerini. ‘Ben nerdeyim?’ der gibi şaşkın şaşkın baktı önce. Zamanla anladı. Gece yarısından beri kaybettiği şuûru yerine geldi. Sorulara cevap vermeye başladı. Doktor, nabzına falan baktıktan sonra, ‘İyi ama bu gece burada kalsın, yarın karar veririz’ dedi.”
“Oh be, rahatladım şimdi ben de. Haydi, geçmiş olsun!”
“Allah senden razı olsun Hüseyin Bey. Ben umudumu kesmiştim çoktan. Önce Allah, sonra sizin sayenizde kurtuldu kızım.” diye dualar edince:
“Ben ne yaptım ki İlyas Efendi? Bir telefon ettim yalnızca. Böyle durumlarda haber vermeyi unutma sakın bir daha.” deyip sevinçlerini paylaştım.
“Yarın sabah, saat 10:00 sularında birlikte gideriz.” demeyi de unutmadım tabii.
Ertesi gün gittiğimiz hastanede, Âişe ile ilgilenen doktor:
“Tansiyonu çok düşüktü geldiğinde. Şimdi çok iyi… Benzer durumlarda hiç gecikmeyin sakın. Geçmiş olsun! Çıkabilirsiniz.” dedi.
Hemşire, elime bir kâğıt tutuşturup “Vezneye uğrayın lütfen, dedi; sonra taburcu edelim hastamızı.”
Gerekeni yapıp geldim hemen.
Ve o gün, Silivri Devlet Hastanesi’nden, sevinçle döndük bahçemize.
BİR ROMAN’IN ROMANI
1969-1972 yılları arasında üç yıl öğretmen olarak çalıştığım Keşan’da tanımıştım; Kepirtepe Köy Enstitülü gazeteci ve yazar Feyzullah Aktan’ı. Aradan yarım yüzyıl geçip gitti ama unutmadık birbirimizi.
Geçen ay iki kitap armağan etti bana, değerli dostum. Eğitimci yazar Hilmi Dinçer’in “Bir Roman’ın Romanı” ve “Keşan Tarihi”.
Yazar Dinçer, 1929’da Selânik’ten göç edip Keşan/İpsala yöresine yerleşen bir Roman ailesinin çileli yaşamını anlatmış bu eserinde. Tür olarak roman ama gerçeğin ta kendisi…
Hem zevk ve merakla okudum, hem de çok yararlandım. 245 sayfalık romanı bitirince, bir kat daha arttı; Romanlar’a karşı olan sevgim. Çok emek harcanmış ama güzel bir eser çıkmış ortaya. “Belgesel bir roman” demeyi hak eden bu kitabı, tüm roman severlerin okumalarını isterdim.
(vş)