O GÜZEL GÜNÜN ANISI
Gün gelecek
bugünün de tarihi yazılacak
yaşayan ünlülerden
kimler çöplüğe gidecek dersiniz
kimler saygıyla anılacak?
H.E.
Silivri’deki “Küçük Çiftlik”imizin bahçıvanı İlyas Efendi ve eşi Sebile Hanım’ın dört çocukları vardı. İki kız, iki oğlan…
Hep birlikte göçmüşler, Bulgaristan’dan. 1980’li yılların sonlarında…
Oğlanlar, birkaç yıl kaldıktan sonra, dönmüşler yine, ana-baba yurdu Bulgaristan’a. Büyük kız Ayişe, İstanbul’da; küçük kız Fâtime, Silivri/Kavaklı’da imiş.
Kavaklı, bizim de köyümüz. Bahçemiz, bu köyün yakınında. Yürüyerek 15-20 dakika uzakta.
“Pekiyi, kızınız Fâtime’yi niçin görmedik biz? Neden hiç ziyaretinize gelmiyor?” diye sordum İlyas Efendi’ye bir gün.
“Onlar da bir çiftlikte çalışıyorlar Hüseyin Bey. Çocukları var, nasıl gelsinler?”
“Nerede çalıştıkları Çiftlik?”
“Ortaköy’le Kavaklı civarında…”
“Tamam, onlar gelemiyorsa, biz gidelim. Kızınızı da torunları da özlemediniz mi hiç?”
“Özlemez olur muyuz? Ama ne onlar gelebiliyor, ne biz gidebiliyoruz.”
“Neden söylemedin bana İlyas Efendi? Şimdiye kadar çoktan giderdik. Bu hafta sonu gidelim öyleyse. Ne dersin?”
“Çok iyi olurdu ama…”
“Evet, aması ne?”
“Hafta sonları patronları geliyormuş. Misafir sevmezlermiş. Mümkünse hafta içi bir gün gitsek, diyecektim.”
“Tamam, İlyas Efendi, hafta içi gidelim. Önümüzdeki çarşamba günü, iyi mi?”
“Hem de çok iyi! Sebile de çok sevinecek buna. ‘Torunlar burnumda tütüyor.” deyip duruyordu. Sağ ol Hüseyin Bey, Allah ne muradın varsa versin.” diye diye sabahtan beri sebzeleri sulayan, bir yandan da yabani otları ayıklayan Sebile Hanım’a doğru gitti sevinçle.
O hafta çarşamba günümü İlyas Efendiler’e ayırıp İstanbul’daki iş yerime gitmedim.
Bir gün önceden:
“Yarın ne zaman hazır olursanız, o zaman gideriz.” deyip birkaç gün önce verdiğim sözü unutmadığımı belirttim; sevgili bahçıvanımıza.
Önde ben ve eşim Güler, arka koltukta İlyas Efendi ve eşi Sebile Hanım olmak üzere Kavaklı’ya doğru çıktık yola. Köye varınca:
“Bakkalın önünde dur Hüseyin” dedi eşim.
O günlerde sadece iki bakkal vardı köyde. Biri gelip gittiğimiz yol üstünde olduğu için ona uğradık hep. O bakkalın önünde durdum yine:
“Hüseyin, sen inme. Benim birkaç dakika işim var, bekle sen.” dedi eşim.
“Hay hay, beklerim. Bana gazete almayı unutma ama.”
“Unutur muyum hiç? O birinci görevim.” deyip girdi bakkala.
Eşim gelinceye kadar sessiz sedasız durmak olmazdı.
“İlyas Efendi! Sen gideceğimiz çiftliği biliyorsun değil mi?” diye sordum.
“Biliyorum Hüseyin Bey. Çok uzak değil zaten.”
“Şuradan girelim, buradan çıkalım; diyerek tarif edersin sen bana yolu. Tamam mı?”
“Tabii Hüseyin Bey…”
“Patronları ne iş yaparmış?”
“Fabrikası varmış, İstanbul’da.”
“Ne fabrikasıymış?”
“Ben de sordum da kızıma, bilmiyor.‘ Pek fazla konuşmaz bizimle patron.’ dedi”
Doğru ya! Patron dediğin öyle olur işte! İşçisiyle, çalışanıyla pek fazla konuşmaz; yüzgöz olmamak için…
Patron emir verir yalnızca, işçi de o emri yerine getirir. O kadar!..
Ben bunları düşünürken, eşim de bakkaldan çıktı; elinde dolu bir poşetle. “Gelme, gelme!” demesine aldırmadan koşup aldım elinden yükünü. Bagaja koyarken, kulağıma eğilip:
“Elimiz boş gitmek, ayıp olurdu elbette.” dedi.
“Haklısın. İyi düşünmüşsün. Doğrusu buydu.”
Geçip oturduk arabaya.
“Sen ilk kez gidiyorsun, kızınızın çalıştığı çiftliğe, değil mi Sebile Hanım?” diye sordu eşim.
“Evet, Güler Hanım, ilk kez gidiyorum ben.”
“Nasıl, memnunlar mı patronlarından?”
“Memnun olmayıp da ne yapacaklar? Hiç değilse kira vermiyorlar. Su, elektrik gibi masrafları da yok. Yiyecekleri sebzelerini de kendileri yetiştirsin. Daha ne?”
“Haklısın! Damat nasıl, damat?”
“İyi, efendi çocuk… Bir kötülüğünü görmedik de duymadık da şimdiye kadar.”
“Buna memnun oldum işte.”
Derken, gerçekten de pek yakın olan çiftliğe varıverdik.
Ben, bizimki gibi, yetişmiş ağacı olmayan, yeni kurulan bir çiftlik göreceğimi sanıyordum. Yanılmışım. Yetişmiş büyük incir ağaçları da vardı, elma, erik ve dut ağaçları da…
Anne ve kız nasıl da sarıldılar birbirlerine, özlemle. Bize de “Hoş geldiniz.” deyip teşekkür ettiler.
Altı-yedi yaşlarında Emine adlı şirin bir kızı ve sekiz-on yaşlarında Mehmet Ali adlı bir oğlu vardı; Fâtime’nin.
Kocası da gerçekten kibar, efendi bir genç adam…
Haziran sonu, ya da temmuz başları olsa gerek… Dut mevsimiydi çünkü. Yıllardan beri ilk kez, yaşlıca bir tut ağacının dallarından kendi ellerimizle kopararak dut yemiştik o gün. Bilen bilir, ne büyük mutluluk olduğunu bunun.
Bizim bahçemizdeki fidanların tümü çocuktu; meyve verecek yaşa gelmemişlerdi henüz.
Baktım ki, gözlerden ırak bir yerde bağlı bir köpek var. Gidip yanına, başını okşayıp sevdim. Nasıl da mutlu oldu!
Telaşla geldiler, Fâtime ve kocası:
“Korkmadan nasıl geldiniz yanına Hüseyin Bey? Bizim ödümüz patladı, ısırır diye. Seslendik ama duymadınız.” dediler.
“Köpekler biz insanlar gibi değildir. Onlar kendilerine kötülük yapmayacak insanları bilir ve asla ısırmazlar. Siz köpekten değil de benim ona bir kötülük yapacağımdan mı korktunuz yoksa?”
Diyerek rahatlatıp güldürdüm onları.
Birkaç saat birlikte olduktan sonra dönerken, üç bodur incir fidanı hediye ettiler bize.
Eşimin incir reçeli yaptığı, havuzumuzun doğu cephesindeki küçük ama lezzetli mor incirler veren ağaçlar, o günün anısıdır işte!