HÜNNAP VE MANOLYA
Birçok insan hünnap meyvesini bilmez. Çocukluğumda ve gençliğimde benim de yakından tanımadığım bir ağaç, tadını pek bilmediğim bir meyve idi o.
Sözgelişi dut, incir, ceviz, badem, üzüm, erik gibi meyveleri iyi bilir, çok yetiştirirdik. Ancak hünnap yoktu bizim bahçemizde. Ne Kütür’de, ne Bağbağ’da… Ne Yelle’de, ne Karabağ’da…
Benim bildiğim üç, beş ailenin bahçesinde vardı; bu nadir ağaç.
Birincisi komşumuz ve akrabam Antalya Müftüsü Mustafa Gökmen’in evlerinin önündeki bahçede… (Köyde “Mustâfendi” denirdi; Müftü Amca’ya.)
İkincisi, önceki hafta “İlk Konuğumuz Bir Kral” başlığı altında anlattığım “Plakçılar Kralı Hilmi Coşkun”un babası Eyüp Dayı’ların bahçesinde vardı; birkaç tane.
Dahası, annemin bir küçük kız kardeşi, sevgili Zöhre Teyzem’lerin de vardı; balkonlarının önünde bir hünnap ağacı.
Yüz haneyi geçen köyde başka var mıydı; bilmem. Belki bir, iki tane daha… İşte o kadar!..
Silivri’nin Kavaklı köyündeki bahçemize meyve fidanı seçerken, hünnap aklıma gelmedi hiç.
Fidan satan çiçekçide vardı da ben mi almadım sanki!
Sözgelişi bizim köyümüzde muşmula da yoktu, Trabzon hurması da… Onlardan üçer, dörder adet alıp diktiğime göre hünnap fidanı olsa almaz mıydım?
Plakçılar Kralı Hilmi Coşkun’un kardeşi yaşıtım Muhsin Coşkun’la, bahçemizi ziyaretlerinden sonraki ilk karşılaşmamızda:
“Hısımım! Sizin “Küçük Çiftlik”te hemen hemen her çeşit meyve vardı. Hatta bizim köyde yetişmeyen daha doğrusu bizim çocukluğumuzda yetiştirilmeyen “yenidünya” denen malta eriği bile var, değil mi? “ diye sordu.
“Evet, var sevgili hısımım.”
“Ne güzel, ne güzel de, yalnız bir meyveyi unutmuşsun gibi geldi bana.”
“Ya!.. Hangisi o?”
“Hünnap… Sonradan düşündüm de hünnap yoktu sanıyorum.”
“Evet, haklısın Muhsin’ciğim! Gerçekten hünnap yok.”
“Niçin? Hünnap sevmiyor musun sen?”
“Bugüne kadar hiç yemediğim için, sevip sevmediğimi bilmiyorum ama benim de aklıma geldi o. Sordum da yoktu hünnap fidanı.”
“Tahmin ettim. Pek yaygın bir meyve olmadığı için her satıcıda bulunmaz. Biliyorsun, Florya’da bizim evin önünde de var hünnap. Yıllar önce tâ köyden getirmiştim. Geçen gün baktım; iki sürgün vermiş kökten. Çocuklara ve hanıma, sakın dokunmayın bunlara, diye tembih ettim. Arzu edersen, sana vereyim onları.” demesin mi?
Körün istediği bir göz, Tanrı vermiş iki göz… Hayır der miyim hiç, böyle bir öneriye?
“Biraz büyüsünler, uygun bir zamanda alıp getiririm.” diye de ekledi.
Gerçekten de bir süre sonra geldi; benim sevgili hısımım. Arabasından iki saksı çıkardı. Her birinde yaklaşık iki, üç karış büyüklüğünde birer hünnap fidanı…
“Sence nereye dikelim bunları?” diye sordum.
“Sen nereye dersen!”
“Hayır, gel birlikte karar verelim.”
Bahçeyi şöyle bir dolaştıktan sonra havuzun birkaç metre güneyinde, rahat güneş gören bir yeri uygun gördük.
İki fidanı da oraya dikti; bahçıvanımız İlyas Efendi. Bırakın yemeyi, adını bile duymamış, o güne dek.
Balkonda gazetemi okurken de görüyordum hünnap fidanlarını, havuzda yüzerken de…
Gözümüz gibi bakarak öteki fidanlarımızla birlikte onlar da büyüyüp serpildiler.
Dut, üzüm, incir, çağla derken, birkaç yıl sonra bir eylül ayı ortalarında hünnap meyvesini de tattık bahçemizin. Ve hemen telefon açıp bu güzel haberi vererek bir kez daha teşekkür ettim; sevgili hısımıma.
O yıl, Bilkent Üniversitesi’ni bitiren kızımız da çok sevdi bu meyveyi.
Florya’dan Bahçeşehir’e taşındığımızdan beri, Cağaloğlu’nda olan yayınevimize trenle gidip gelmeye başlamıştım. Geliş gidiş sırasında Bahçeşehir’de oturan dört arkadaşla dost olmuştuk. İşyerleri o civardaydı hepsinin.
Sabahları Edirne’den gelen 8.00 treniyle gidiyor, akşamları saat 18.00 treniyle dönüyorduk. Mali Müşavir Hasan Doğan gibi, Tekstilci Abdullah Turunç da Elbistanlı’ydı. Ve aynı köyden…
Yine tekstilci olan Metin Olcay arkadaşımız Bitlisli, en genç ve en soldaki arkadaşımız İsmail Yücel de Malatyalı…
Bir hafta sonunda, bu dört dostumu da eşleriyle birlikte davet ettim. İsmail Bey önemli bir mazeretinden dolayı gelemedi ama üç dostum da şereflendirdiler bahçemizi.
Havuz çevresindeki çimle örtülü alanın tam ortasındaki dut ve kayısı yeterince büyüdüğü için onların gölgesinde kurduk soframızı.
İçki olarak rakı tercih etti herkes. Köfteler, pirzolalar kızarırken mangalda, neşeyle tokuşturduk kadehlerimizi. Yalnız kendimiz için değil, ülkemiz ve halkımız için de iyilikler, güzellikler diledik hep. Dil ucuyla değil, candan ve yürekten…
Neşeyle başlayan yemeğimiz, neşeyle bitti yine.
Bir ay kadar sonra, Abdullah Bey de davet etti bizi, Silivri’nin Ortaköy yakınlarındaki üç ortaklı 35 dönüm çiftliklerine. Gezip dolaşırken birlikte, başında olgun erik ve cevizden daha iri meyveleri olan bir ağaç görüp, “Nedir bu arkadaş?” diye sordum dostuma.
“Bilirsin, sizin bahçede de var; hünnap.” dedi.
“Hünnap mı? Ama hünnap en çok iğde ya da zeytin büyüklüğünde olmaz mı?”
“Evet, o cinsleri de var. Bizimkiler bu cins… Bundan yok sizde öyle mi? Arzu edersen, iki, üç fidan getiririm size sonbaharda.”
Doğrusu ya bilmiyordum; böyle bir türü olduğunu hünnabın. Sözünü unutmadı dostum. Bizim bahçede bulunmadığımız bir günde, üç gelişmiş fidan getirip vermiş; bahçıvanımız İlyas Efendi’ye.
Yıllardır her eylülde hısımım Muhsin Coşkun kardeşim gibi, Abdullah Turunç dostumun da kulaklarını çınlata çınlata yiyoruz hünnaplarımızı. O kadar çok veriyor ki ağaçlar, bize de yetiyor, komşularımıza da…
Diyarbakırlı dostum, Şişli Belediyesi Fen İşleri Eski Müdürü Fehmi Akbal‘ın, havuzumuzun bulunduğu alana farklı bir güzellik katan hediyesi manolyanın meyvesi yok ama ya çiçekleri, ya çiçekleri!.. Bu güzel ağaca her baktığımda “Benim güzel manolyam” şarkısından dolayı Zeki Müren’i ve hediyesini kendi elleriyle buraya diken sevgili dostum Fehmi Bey’i anımsarım hep.
İki hediye daha var bahçemizde:
Biri evimizin ahşap işlerini yapan Kayserli Marangoz Yusuf Usta’nın, doğup büyüdüğü memleketinde doğal olarak yetişen gilaburu bitkisi… Gilaboru ya da frenk üzümü de denen bu bitkinin üzüme benzeyen kırmızı meyvelerinin böbrek taşı düşürme ve ağrı kesici özelliğinin bilimsel olarak da kanıtlandığını ve eczanelerde takviye edici gıda olarak yerini aldığını öğrendim.
Öteki hedi ağacımız iki top çam: Cağaloğlu’ndaki yayınevimiz, Türkiye gazetesi ile karşı karşıya idi. Bu gazetenin kurucusu Enver Ören, oğlu Mücahit’in düğününe davet etmişti; 1990’lı yıllarda. Düğün töreninden ayrılırken, her davetliye şeker yerine çam fidanı hediye edildi. Bahçemizdeki iki top çam, öyle bir mutlu günün anısıdır işte!
Derim ki ben; düşündüren, okuyucuyu yeni ve olumlu bir hedefe yönlendiren kitap hariç, verilecek hiçbir hediye, bir fidanın yerini tutamaz asla. (Devam Edecek)
NOT: Tekstilci Metin Bey dostum ağırca bir ameliyat geçirdi; kısa bir süre önce. Salgın dolayısıyla onu da ziyaret edemedim, aynı günlerde ameliyat olan Adıyamanlı eğitimci şair dostum Sabri Galip Nakipler’i de… Dilerim; bir an önce sağlığına kavuşur ikisi de.