Öğleden sonra McDonald‘a doğru yollanayım dedim. Sonra yollandım. Yolu yarılamışken karşıdan gelen bir kadın dikkatimi çekti. Tanıdık birine benziyordu. Biraz daha dikkatli baktım, ki zaten yaklaşmıştı. Artık, yüzünü seçmiştim. Tacizci Nuri’nin karısıydı.
Bu kadını nerede görsem hem bir gerginlik var yüzünde. Nuri’yi tanıdığım için anlıyordum niye olduğu. Tatminsiz bir kadın. Aslında iyi bir kadın fakat düşmüş bir tacizcinin eline; henüz farkında bile değil.
Bu, ikinci karısı. Saf akıllı birisi. Ben ilk defa böyle saf-salak bir Karadenizli görüyorum. Şimdiye kadar tanıdığım bütün Karadenizliler ortalamanın üstünde bir uyanıklığa ve cin fikirliliğe sahipti. Böyle bir Karadenizli ilk defa görüyorum. Fakat sebepleri var. Kadının geçmişinde biraz acılar var. Kendinden kaynaklanmayan acılar. Saflığı veya avallığı ondan.
Tacizci Nuri de işte bunu fark etmiş. Fakat bir şey söyleyeyim; bu iş bozulur. Hani, Nuri’nin sapık supuk bir adam olmasını bilmesinden, öğrenecek olmasından değil; demin dediğim gibi; kadın tatminsiz. Nuri, tatmin edemiyor. Açlıktan bırakacak yani Nuri’yi.
Neyse. Haberleri gelir yakında.
*
Havalar sıcak. Didim 1 milyon. Gündüzleri de yürüyorum akşamları da. Özellikle akşam caddeler, bulvarlar daha kalabalık. Akşam biraz daha serinlik olduğu için özellikle yazlıkçılar caddelerde, kaldırımlarda tıklım tıkışlar.
Dün yine akşam yürüyüşüne çıkmıştım. Aşağı, Altınkum‘a doğru soldan soldan yürüyorum… Daha yolun başında bir kızcağız gördüm. Bir karton kutuyu tezgah yapmış, tezgahın üstüne bir örtü örtmüş, renkli boncuklardan kolyeler, bilezikler yapmış, sergiliyor, satış yapıyordu. Önünden geçerken bana bir baktı. Kaça bunlar? Dedim. Söyledi fiyatları. Makul buldum fiyatları.
Biraz sohbet ettik. Zeki bir kızcağız. Kaça gittiğini sordum. 6‘ya geçtim dedi. Bir soru sordum kıza. Ortaokuldan sonra ne yapmak istediğini sorum. Fen lisesi düşünüyorum, dedi.
Aslında ben yanlış soru sordum. Sonradan fark ettim. Veya, başka bir cevap vermeliydim bu kıza. Neyi sevdiğini, neyi yapmak istediğini sormalıydım.
Yani, bu kız beki bir sanatkar olacakken, onun aklına Fen lisesini kim koymuştu.
Okul türü hedefleri bu çocuklar için aslında bir hedef değil. Yani hedef denilen şey bir okul türü olmamalı.
…
Belki yarın bir gün yine geçerim oradan. Bir bahaneyle farklı bir soru sorup, aklını kendine çevirtebilirim belki.
…
McDonalds‘ta oturuyorum. Genelde öğleden sonraları. Yaz dönemi olduğu için yabancı ülkelerden insanlar çok oluyor McDonalds‘ta. Tabii, Türkler de var fakat ecnebiler fazla.
Gözlemliyorum onları, rahatsız etmeden. Farklı hayatlara bakmak, fakat önyargısız şekilde bakmak, olduğu halleriyle bakmak… insan, pek çok şey öğreniyor. Yabancılara bakmak, farklı ülkelerde gezmeye de benziyor. Bu ilginç geliyor bana. Alman bir aile, Rus bir aile, Arap bir aile…
İki-üç aydır çok gider olduğum için artık personeller de tanıyor beni. Donalds‘ın mobil uygulamasından karekodu okutmadan “sade mi?” diye soruyorlar artık. Sade kahve… Arap kahvesiymiş herhalde… En ekonomik içecek olduğu için tercih sebebim oluyor.
McDonalds‘ın karşısında bir çay bahçesi var. Aslında dernek diye geçiyor adı fakat çay bahçesi yani. Oraya da giderdim ara ara. Çünkü orada ağaç çok. Yani serinlik çok. Giderdim, diyorum fakat çay fiyatını ikiye katladıklarından artık gidemiyorum. Zaten her şey iki katına çıkalıberi müşterileri azaldı çay bahçesinin.
Fakat McDonalds‘ın müşteri sayısı hiç azalmıyor. (Fehmi Koru‘nun zeka seviyesine inip hemen belirtmem gerekir ki; tıklım tıkış her yer; demek ki millette para var.)
Müşteri azalmıyor çünkü ceplerindeki para durduğu yerde değer kazanıyor.
Marketlerde de aynı durum var. Yabancılara bakıyorum; alışveriş arabaları tıklım tıkış dolu; et, yağ, bal. Bizim gariban Türkler de, aynı benim gibi, domatesi sayarak alıyor, çubuk krakerlerin kraker sayılarını bile kontrol ederek gezer haldeler.
Mesele aslında pahalılık değil. İnsanın zoruna giden şey, sömürü denen şeyin burnunun dibinde belirmesi. Bir ecnebiyle karşılıklı oturuyorsun McDonalds‘ta. Benim cebimden eksilen 5 lira, onun cebine giriyor. Olan, bu. Türk, bunu hiç anlamıyor.
Neyse. Bunlar bilindik konular.
McDonalds ve gelip geçenler… Daha bir global bakı sağlıyor bana. Bunu seviyorum aslında. Global bir hissiyat veriyor yani bana orası.
Aslında insanların hayatların gıpta ile bakmak değil. Gezmeyi seviyorum ben. Zihnin gezmesi.
*
Hanson Robotik şirketinin bir ürünü olan Sophia adlı robot, galiba Antalya‘daydı, ilginç açıklamalar yaptı.
Ben, 1989 yılından beri elektronik-bilgisayar dünyasının içinde olduğum için, ileriki yıllarda nelerin yaşanabileceğini az çok öngörebiliyordum. Bir eksiğim vardı. Aşamalar nasıl olacaktı?..
Öngöremediğim şeyleri de görmüş oldum. Her zaman dediğim gibi, çok büyük dönüşümler kaos ve yıkımdan sonra gelir.
Sophia adlı robotu biraz da şeye benzetiyorum… eee… Meryem Ana totemine. Neden? Meryem totemi, babasız bir çocuğu oldurmak üzerine kurulu ya. Sophia, çocuk doğurmak istediğini söylemiş. Tamam, olur. Gerçekten olur. Biyo-meka-geno gibi baba-figürsüz bir çocuk olur tabii. Hatta, bağımsız bir şekilde yapıldı bile. İş, sadece Sophia‘nın karnına o bebeği koymaya kaldı.
Sonuçta Sophia, Meryem Ana figürüne benziyor.
*
Zenginlik, yürüyebilmek demek. Yürümek en akıllıca iş.