Madem ki epeeey bir süre daha Didim’de kalacağım; o halde, bir dizi günlük serisine de başlayayım, dedim.
Bu, mantıklı bir karar. Çünkü, şu ekonomik ve sosyal çalkantılar içinde var olan yerimizde sabit durmak akıllıca bir iş olur.
Zaten, Didim’de olmak büyük bir şans… mı desem… Olanakları çok iyi buranın. Havası temiz, mesela. Yazmayı sevdiğim için de burayı bir büyük olanak olarak gördüm hep. Zaten bir sürü insan tipi(suçlu ve hasta), bir sürü olay, bir sürü psikolojik bilgi kaynağı… Benim için cennet burası.
En önemli şey; öğretmenliği bıraktığım için kalbim de özgür. Yaklaşık 10 senedir düşünüyordum fakat tabii Türkiye‘de, istediğiniz şey hemen olmuyor. Bunca gürültü patırtı içinde kendinizi yani iç sesinizi iyi duymanız lazım. Hadi diyelim ki duydunuz; nasıl adım atacaksınız?.. Yapmak istediğiniz şeylerle ilgili adımların hızlı oluşu veya yavaş oluşu da ayrı bir konu.
Kalp, her şeyi söylüyor; olanı biteni ve yapmanız gerekeni.
Karşılığını alamıyorsunuz yani, öğretmenliğin. Hayır, hayır! Yanlış anlamayın! Maddi olarak karşılık veya ödüllendirme filan meselesi değil… Sistem tamamen çürüdü. Bazen yazılarımda kısım kısım anlatıyordum. Belki bundan sonra daha çok anlatırım. Bir bataklık içinde, bir öğretmenin verebileceği bir şey yok.
Bataklığı da belediye nasıl kurutuyorsa kurutsun. Benim bir kıymetim var.
Neyse. Boş gezenin boş kalfası olarak Didim Günlükleri‘ne başlayayım, dedim. Boş gezmek ciddi bir iştir… Profesyonellik gerektirir.
Yaklaşık iki hafta önce, çarşıda gezerken benden kıdemli bir öğretmen arkadaşa rastladım. Oooğ, nasıl gidiyor? filan derken, maaş almıyorum, çalışmıyorum, hürüm ben, dedim. Öğretmen arkadaş da dedi ki; ee, ne olmuş ki ben sanki çalışıyor muyum, ben maaş alıyorum ama, dedi. Üç beş hoşbeş ten sonra yollarımıza devam ettik.
…
Herkesin de fark ettiği üzere, mevsimler biraz değişti. Fakat pek umursamıyorum. Rüzgar olsun yeter, diyorum. Bir de bir konu var… İğdeler konusu. Eylül başı ve sonu, belki bazen Ekim’e de sarkıyor, iğde zamanları var. Önceki yazılarımda bahsetmiştim. Aytepe yolu, liman yolunun başı… Amfi Tiyatro karşısı. Oralarda iğde ağaçları var. İğdeler oldu gibi. Geçen hafta sonu da gittim ağaçların olduğu yere. Dün de gittim. Bir haftaya tam olur iğdeler.
…
Haber şirketi kurdum kuracağım. Zaten bu iş biraz da gezme işi. Sabah akşam gez, telefon internet yanımda zaten. Bir sürü yazı, bir sürü haber… İşin o tarafı kolay…
Birkaç muhabir tanıdığım var. Çok fazla bir muhabbetimiz olmadı fakat yine de iletişim kurabilirim. Kurt kuş muhabir zaten. O da sorun olmaz.
İşin aslı burada gerçek bir basın yok. Benim de derdim gerçek bir basın olsun filan değil. Buradan haber verilecek bir sürü konu var. Kültürdür, edebiyattır, iğdelerdir… gibi herkesin okuyabileceği blog-haber türü şeyler…
Yoksa yani gerçek bir basın farklı şeylerden bahseder. Didim gibi bir yer… Burada dönen kara para, burada dönen uyuşturucu, burada dönen fuhuş, burada dönen envaı fırıldak… Türkiye‘de başka bir yerde dönmüyordur.
Beni üzen şeyler oluyor… mesela, eski öğrencilerimden biri de o işlere bulaşmış… Yok, yok! Durumu kötü filan değil! Kötü bir durumda da değil. Bazen ağzımı yoklardı; kara paradan filan haberim var mı diye…
Kara para dediğin nedir? Uyuşturucudur şudur budur… Bu paralar, mesela bu öğrenci üzerinden aklanır filan. Büyük paralar dağıtılıyor yani. Bir bakıyorum; şahsi araç değişmiş, ticari aracı değişmiş, 500 binlik dükkan alınmış (şimdiki değeri 2 milyon), iki-üç tane eleman alınmış…
Beni üzen bu değildi aslında… Yalandan “ağlıyor“… İş yok, zamlar filan diye. Kara para varsa iş niye olsun zaten. Çocuk kandırır gibi, kendi öğretmenini kandırmaya çalışıyor. Kurtaramadım çocuğu… Anlattım, anlattım… Bir sürü şey… Teşkilat denilen şeyin 60 yıldır bu işlerin teşkilatı olduğunu bir türlü anlatamadım….
Neyse. Diyenin bir yüzü, yapmayanın bahtı kara. Yok oldu gitti çocuk. Zaten, direk veya dolaylı, uyuşturucu işine girenin soyu sopu kurur.
Güzel şeylerden bahsedelim. Raks edelim, vals edelim.
Dmitri Shostakovich – Waltz No.2