Memleketimden İnsan Manzaraları
bir acayip oldu havalar
bizim siyâsiler gibi aynı
dün başkaydı bugün bambaşka
yarın ne olacağı hiç belli değil.
H,E.
Sevdiğim üç insan… Üçüyle de görüşmedim; konuşmadım hiç.
Nasıl konuşayım, nasıl görüşeyim ki, üçü de ben doğmadan yıllar yıllar önce göçüp gitmişler. Üçünün de öyle çok ortak yanı var ki…
Üçü de 19. yüzyılda doğmuş. Üçü de II. Abdülhamit döneminde yaşamış. Üçü de tek kişi yönetimine karşı çıkıp meşrutiyeti, yani demokrasiyi savunmuş.
Üçü de yürekli, cesur… Üçü de yurdunu, ulusunu rahatları ve kişisel çıkarlarından daha çok sevmiş. Üçü de gözaltına alınmış, tutuklanmış, hapislerde yatmış.
Üçü de şair…
Üçü de Atatürk’ü rûhen ve fikren etkileyip beslemiş. Ve Atatürk bu gerçeği isimlerini de söyleyerek açıklamaktan çekinmemiş.
Kim midir bu üç şair?
1953 sonbaharında Aksu Köy Enstitüsü’ne girdiğim günden bu yana, her geçen gün daha çok sevip saydığım Nâmık Kemal, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp…
Bu üç aydın ve savaşımcı şairin ortak bir yanı daha var ki, ona hep üzülürüm.
Nedir, o üzüldüğüm ortak yanları, bilir misiniz?
Maalesef üçü de 48 yaşında çekip gitmiş bu dünyadan. Yanlış da değil bu bilgi, uydurma da… Gerçeğin ta kendisi… Belki yanılmış olabilirim. İsterseniz bir de siz hesaplayın:
Nâmık Kemal, 1840’ta doğar, 1888’de ölür.
Tevfik Fikret, 1867’de doğar, 1915’te ölür.
Ziya Gökalp, 1876’da doğar, 1924’te ölür.
Var mı bir yanlışım? Üçünün de ölüm tarihlerinden doğum tarihlerini çıkarınca 48 kalmıyor mu?
Bu üç şairi de şiirlerinde dile getirdikleri duygu ve düşüncelerinden dolayı 11-12 yaşımdan bu yana hep sevdim.
“Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten.” diyen Nâmık Kemal’i nasıl sevmeyeyim ben? Ona gelinceye dek sarayın kulu kölesi olmuş yalakalar padişahlara yalan yanlış, şişirilmiş övgüler düzerken, o vatan için, millet için, hürriyet için şiir yazmış hep.
Halkımızı uyandırmak, ona yurt, ulus ve özgürlük sevgisi aşılamak uğruna memurluk görevinden ayrılıp tüm zamanını şiir, makale, roman ve tiyatro eserleri yazmaya harcamış.
Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin,
Dönersem kahpeyim, millet yolunda bir azîmetten.
demiş ve gerçekten de sözünün eri olduğunu kanıtlamış.
Ne yazıktır ki, sarayın kulu olmuş o günün hâkimleri, “Vatan Yahut Silistre” adlı bir tiyatro eseri yazdığı için onu Magosa Zindanı’na gönderirler. (Fazla değil canım, 38 ay yalnızca.)
Yazdığı eserlerden dolayı bir şair ve yazarın hapse girmesi şerefsizlik değil, aksine bir onurdur. Nitekim o cezaları verenler hep unutulur da, çok yıllar geçse bile o cezaları çekenler sevgi ve saygıyla anılır hep.
İstanbul doğumlu Tevfik Fikret’in babası Çankırı’nın Bayramören ilçesinin Dalkoz köyünden. Bir süre memurluktan sonra Urfa, Halep gibi illerde mutasarrıf (kaymakam/vali) olarak görev yapar. Ancak tek kişi yönetimine karşı olduğu fısıldanınca padişaha Arabistan’a sürgün edilir.
Fikret, annesi de genç yaşta öldüğü için anneannesi tarafından büyütülür. Galatasaray Lisesi’ni bitirince, kısa bir süre kâtiplik göreviyle memur olarak çalışır. Daha sonra, açılan sınavı kazanıp mezun olduğu liseye Türkçe öğretmeni olarak atanır.
Açılan şiir yarışmalarında birincilikler kazanıp Servet-i Fünûn (fen bilimlerinin zenginliği) dergisinin yöneticiliğini üstlenir. Bir dostunun evinde okuduğu, padişahı eleştiren bir şiirden dolayı gözaltına alınır.
1908’deki II. Meşrutiyetin ilanından sonra Milli Eğitim Bakanlığı önerisini reddedip Galatasaray Lisesi Müdürlüğünü kabul eder. Bir süre başarıyla çalıştıktan sonra yeni atanan M.E. Bakanıyla anlaşamayıp görevinden ayrılır.
Çok şeyler umduğu İttihat ve Terakki yönetiminden de memnun kalmayan şair, önerilen hiçbir görevi kabul etmeyip Âşiyan adını verdiği, Rumelihisarı’na yakın bir yerden İstanbul Boğazı’na bakan yamaçta, planını kendisinin çizip yaptırdığı yuvasına çekilip yalnızca şiir yazar. Ama aynı Nâmık Kemal gibi, “Halktan bana ne, ülkeden bana ne! Günümüzün güçlü yöneticilerini övgüye boğar, cebimi doldurup keyfime bakarım” demez. Aksine acı gerçeklerimizi dile getirip çözüm yolları önerir.
Atatürk, “O, karanlıklar içinde bir ışık gören ve halkı o ışığa doğru götürmeye çalışan bir şairdir.” diye tanımlar Tevfik Fikret’i.
Genç yaşta ölmeyip de 8-10 yıl daha yaşayabilseydi, Atatürk’ün yüzünde görecekti; özlediği o ışığı.
Nâmık Kemal ve Tevfik Fikret gibi Aksu Köy Enstitüsü’nün birinci sınıfında tanıyıp sevdiğim Ziya Gökalp’i, izninizle önümüzdeki hafta anlatayım ben size.
***
On binlerce ev yıkıp 50 binden fazla yurttaşımızın canını alan deprem, iki ayı aşkın bir zamandır ciğerimizi dağlayıp durur. 1961-1964 yıllarında Diyarbakır/Dicle Öğretmen Okulu’nda öğretmenken, aynı yaşlarda olduğumuz Kahramanmaraş/Elbistan‘dan iki değerli öğretmen arkadaşım vardı: Rıza Vural ve Fevzi Gökçek…
Fevzi Bey, 6 Şubat depremine Kahramanmaraş’ta yakalandı. Nevşehir’deki oğlu Prof. Dr. Gürkan Gökçek hemen gidip annesini, babasını alıp geldi yanına.
Üç gün önce telefon etti dostum:
“Depreme bir sözüm yok. O bir doğa olayı… Evimiz hasarlıydı; çekip geldik oğlumuzun yanına. Şimdi gidip gördük ki, ne kapı kalmış evimizde sökülmedik, ne pencere… Evi talan etmişler. Hiçbir eşya kalmamış.
Polisi, jandarması, askeri yok mu bu devletin? Muhtarı, kaymakamı, valisi, belediyesi yok mu? Sevgili Erkan! Depremden daha çok acıttı canımızı bu hainlik. Ne yazık ki yapanlar da bizim insanlarımız, onlara göz yumanlar da… En çok buna yanıyor, buna üzülüyorum işte!” diye isyanını dile getirdi.
Haksız mı? Lütfen bir an için onun yerine koyun kendinizi.
Halkımızın hizmetinde, gerçeklerin peşinde olan gazeteciler, televizyoncular! En kısa zamanda bu konuyu araştırmanızı beklerim sizden. Yıkıcı o iki depremden sonra, üzerine tuz biber eken bu üçüncü deprem sanmayın ki yalnızca Fevzi Gökçek’in başına geldi.
Varsa bir diyeceğiniz, varsa bir sorunuz işte telefonu dostumun: 0506 237 03 94
Hüseyin Erkan
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr