Sokaktan kulağını tıkatmadan geçene aşk olsun. Yanlışlıkla da olsa sokağa girme, girersen, çekiç sesi insanı, çileden çıkarırdı. Onun için sokağa girmek, akıl karı değildi.
Ham demirle çalışmak, çekiç ile örse vurmak manasına gelmezdi. Demiri ateşte akkor hale getirmek gerekirdi. Buna karşılık, dükkânın tozlu ve loş havasında, sabahtan akşama kadar, o sesi çıkartmak kolay mıydı?
Usta, gün içinde, sahile yürüyordu. Bu defaki, yürümek farklıydı. Çünkü, dükkanını kapatmaya ramak kalmıştı. Yaşlanmış, suya girmiş kumaş gibi çekmişti. Moralsizdi. Bir deri bir kemikti. Onu ayakta tutan etken kaybolmuş ve kemikleri de eğrilmişti. “Dizlerim çekmiyor ki, dik yürüyeyim,” diyordu.
Canı bir şey çekmiyordu. Halbuki kuru yemişin eşliğinde, sahil turu büyük zevkiydi.
Bu sene salladığı çekicin karşılığını alamıyor ve “körük işlemiyor,” diyordu. Kamburu çıkmış, kir pas içerisinde, adımları seyrek ve oldukça yavaştı. Çalışma kıyafetlerini çıkarıyor, yalnız kalpağını takmayı ihmal etmiyordu.
“Öksürdü, bu da başıma sıkıntı oldu. Neyse bu sayede sesimi ayarlıyorum,” diyerek güldü.
Tanıdığı çırak, selam verip geçti. Acelesi olduğu davranışından belliydi. Geri döndü ve “siyaset için doğdu. Atmaca gibi yakında bir yere toslar,” dedi.
Yüzünü sildi, kırışıkları parmak uçlarıyla da anlaşılıyordu. “Alnımdaki derin arkları görmemek mümkün değil,” dedi. Saçlarımı da yıllardır görmüyorum, dedi.
Aldığı derin soluğu tekrarladı. Çok çekiç salladım. Körüğün üflemesi mutluluğuma neşeli bir esinti, oluyordu. Kömüre baktım, demiri kızartıp istediğim şekli verdim.
Dalganın sesi, onu daldığı hayalden, kendine getirdi. Taşa oturdu ve beyaz gül gibi açmış, martıyı izledi. Martı, dedi beyaz gül güzelliği derecesinde gaddar. “Neşem yok ki, gönlümde güller açsın,” dedi. “Gönül gülleri” ürettiği bıçaklarıydı. Bıçaklarını gönül güllerine” benzetiyordu.
Bıçaklarım,” körelmez,” diyordu. Onun için ustaya; “körelmez usta,” diyorlardı.
Yalnız bıçakların, çok çeşitli modelleri, fabrikasyon olarak üretiliyordu. Göze hoş gelen ve paslanmaz özelliği de olan bıçaklar, piyasayı sarsmıştı. Ayrıca bu bıçaklar ucuza satılıyordu. Körelmez ustanın, bıçakları ıskartaya mı çıkmıştı.
Çok net “körelmez bıçaklar” ilgi görmüyordu. Artık kimse, bıçak ısmarlamıyordu. Usta o hale gelmişti ki, bıçak için, demir bile getirmiyorlardı.
Komşu dükkâncı; “körelmez usta, körüğün esintisi, fırtınaya dönüştü. Fırtınaya dayanacak gücümüz kalmadı,” dedi.
Demirciler sokağı kan ağlıyordu. Çekiç sesinden, geçilmeyen sokakta, dükkanlar kapılarına, karalar bağladı. Çoğu da kapattı. Arada onarım, bileme işi yapıyorum da çekicimi ve örsümü yine de silip temizliyorum. Eğleniyorum!
Sokaklara sis çökmüş, yoksulluk baş göstermişti.
Körelmez usta; sokaktan çekiç sesi gelmeyince, içime sanki hançer saplanıyor. Acı çekiyor ve ne günlere kaldık, diyorum. Yarabbi!
El emeği göz nuru, döktüğümüz düzenimize, fabrikasyon sistemi çöktü. Çöktü ve el emeğimiz bir kenara itildi. Bu durumda ayağa bile kalkamayız. “Mevsim geçti ve gül soldu,” dedi.
Körüğümüzle birlikte, hayallerimiz de söndü. Umudumuz kalmadı. Esintiden dahi korkan kafes kuşuna döndük. Doğruyu görmeyen insanımıza, kulağınız tıkalı bari gözünüzü açın,” diyorum.
Sevgimizi katarak, ürettiğimiz bıçağımız, gönüller incisiydi. Öyle bir inci ki, yüzlerce insanımızın kalbine taht kurmuştu.
Körelmez usta, raftaki bıçaklarına seslendi. “Hep parlak kalın, zaman sizi aşındırmasın.”
Hasan TANRIVERDİ