İlkçağ’da Eski Yunan Filozofu Efesli Herakleitos (MÖ 535-475)’un ünlü bir sözü vardır: “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.” Herakleitos, Batı Felsefesi’nde değişime odaklanan dinamik bir felsefî sistem ortaya koyan ilk düşünürdür ve bu nedenle de felsefe tarihinde diyalektik anlayışın öncüsü kabul edilir. Nesnelerin kendisinden gelip, kendisine gittikleri ilk maddenin ateş olduğunu söyleyen Herakleitos’un öğretisinin temelinde “zıtlıkların çatışması ve birliği” ilkesi vardır. Herakleitos’a göre her şey ateşten gelir ve yok olup yeniden ateşe dönecektir. Ateşin kendisinden meydana gelen şey değiştiği halde, ateşin kendisi değişmez. O hep var olan ateştir. Belli bir ölçü içerisinde ateş ile maddeler karşılıklı olarak birbirlerine dönüşürler. Bu dönüşümler evren düzenini oluşturur. Buna göre evren, karşıtlıkların savaşının oluşturduğu bir uyum (harmoni) dur.
Herakleitos’a göre “her şey görelidir.” Bu evrensel görelilik ilkesi; iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın, adalet ve adaletsizliğin aslında göreli kavramlar oldukları düşüncesini doğurur.
Herakleitos’un, her şeyin değiştiği ve göreceli olduğu ilkesi, kendisinden sonra gelenler ve özellikle Yeni Çağ’da, diyalektik düşünüşü bir yöntem olarak ortaya koyan idealist Alman Filozofu Hegel (1770-1831) üzerinde çok büyük etkisi olmuştur.
Hegel felsefesinin temelini oluşturan diyalektik, değişimin ve hareketin sürekliliği düşüncesini ifade eder; karşıtları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir. Belli bir konuda tez ve antitezin (iddianın ve karşı iddianın) ortaya konulmasıyla ortak değerlerin inşasına (senteze) ulaşılmasıdır. Oluş ve değişim, diyalektik düşünüşün temel kavramlarıdır. Hegel’e göre çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği, hem çiçek hem meyve olmaktır. Hegel felsefesinde varlık; bir ilkenin, bir ilk temelin kendisini açması, belli bir ereğe doğru gelişmesidir. Bütün var olanların, bütün varlık çeşitlerinin arkasında ve temelinde bulunan bu ilkeye Hegel, yerine göre ‘ide’, ‘akıl’ ya da ‘tin (Geist)’ der. Tinin ereği, sonunda kendi kendisini bulması, kendi kendisinin bilinç ve özgürlüğüne erişmesidir. Herşeyin temeline “düşünce”yi alan Hegel felsefesi diyalektik idealizm olarak adlandırılır.
Bir başka Alman filozofu Karl MARKS (1818-1883), Hegel’in diyalektik düşünüş sürecini tersine çevirir, diyalektiği maddeci bir anlayış ele alır. Marks, maddenin hareketinin diyalektik iç çelişkilerinin ürünü olduğunu ileri sürer ve düşüncenin diyalektiği de bu noktada maddenin hareketinin bilince yansıması olarak değerlendirilir. Tarihsel olayları; soyut bir düşüncenin (tin, ide, geist) açılımı ve gerçekleşmesi olarak değil, maddi temelleri olan ve belirli yasalarla işleyen bir yapının diyalektik ilerlemesi ve gelişimi olarak açıklayan Marksçı filozoflar, bu nedenle elleri üstünde duran Hegelci Diyalektik’i ayakları üstüne oturttuklarını ileri sürerler. Marks’ın felsefesi, diyalektik materyalizm olarak ifade edilmiş ve diyalektik yöntem, giderek diyalektik hareketin bilimi haline gelmiştir. Marksist felsefede diyalektik; “dış dünyada ve insan düşüncesindeki hareketin genel yasalarını inceleyen bilim.” olarak tanımlanmış ve bugünkü anlamına kavuşmuşur.
Doğada ve canlılar dünyasında böyle bir diyalektik süreç içinde sürekli bir değişim, dönüşüm varken, olurken ve bu kaçınılmazken toplumsal, ekonomik, siyasal yaşamda ve insanda da değişim olacaktır kuşkusuz.
Toplumların geçirdiği büyük değişim evreleri, farklı ölçütler dikkate alınarak çeşitli biçimlerde sınıflandırılmıştır. En çok benimsenen sınıflamaya göre, toplumlar şu üç evreden geçmektedir: Avcılık-toplayıcılık dönemi, tarım dönemi ve sanayi dönemi.
Karl Marks ise doğa için ortaya koyduğu diyalektik materyalist değişim yasasını tarihsel olaylara da uygulamış ve “tarihsel maddecilik” olarak adlandırılan kuramında, toplumların şu beş aşamadan geçtiğini savunuştur: İlkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplum. Marks, ayrıca, sosyalist toplumdan sonra toplumsal sınıfların tamamen ortadan kalkmasıyla “komünist topluma” ulaşılacağını da öngörmüştür. Ancak bu görüş sadece bir öngörü, bir kehanet olarak kalmıştır. Çünkü 1917 yılında Rusya’da Çarlık Rejimi’nin bir ihtilal ile yıkılmasından sonra 1922 yılında kurulan dünyadaki ilk sosyalist devlet olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), tüm dünyada egemen ekonomi düzeni olan kapitalizmin kuşatmasına ancak 70 yıl dayanabilmiş ve 1991 yılında yıkılmıştır. Bu nedenle, sosyalist sistemlerin bile varlığını sürdüremediği günümüzün ekonomik gerçekleri karşısında, komünist toplum öngörüsü, bir ütopyadan öteye geçememiştir.
Toplumlar değişirken, doğaldır ki devletlerin ve yönetim biçimlerinin değişmesi de kaçınılmaz olmuştur. Bu değişim ve gelişim evreleri genel olarak şöyle özetlenebilir: Kral, sultan, hakan, padişah, çar, imparator vb. adlar ile anılan ve tek kişinin egemen olduğu mutlakiyetçi yönetimler, bir ailenin ya da küçük bir grubun egemen olduğu oligarşik yönetimler, hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halk oyu ile seçilmiş meclis tarafından sınırlandırıldığı meşrutiyet yönetimleri, halkın desteğine, hukukun üstünlüğüne, güçler ayrılığı ilkesine, insan haklarına dayanan demokratik yönetimler.
Toplumlar, devlet ve yönetim biçimleri değişirken, insan; bu değişimlere, gelişmelere ne ölçüde ayak uydurabilmekte, uyum sağlayabilmekte, nasıl ve ne kadar değişmektedir? Bu konuda, Nobel fizik ödülü kazanan 20. yüzyılın önemli bilim insanı Albert EİNSTEİN (1879-1955), şöyle demektedir: “Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.”
İnsan; yaşadıkları, deneyimleri sonucunda değişebilir. Doğaldır ki bu değişim yine de belirli konularla sınırlıdır. İnsan özellikle siyasal ve ideolojik görüşlerini, taraftarı olduğu futbol takımını, bazı kişi ve yöreler hakkındaki önyargılarını, beslenme ve yaşam biçimi ile ilgili bazı tutum ve davranışlarını, alışkanlıklarını, doğuştan gelen ve mizaç (huy) olarak ifade edilen kişilik özelliklerini kolayca değiştiremez.
Ülkemizde çok partili siyasal yaşamın en uzun soluklu, en renkli simalarından bir olan Süleyman DEMİREL (1924-2015), 1965–1993 tarihleri arasında yedi farklı hükûmette toplam 10 yıl 5 aylık bir süreyle başbakanlık görevinde bulundu. 1962 yılında başladığı siyasal yaşamını, Cumhurbaşkanlığı görevinin sona erdiği 16 Mayıs 2000’de noktaladı. 91 yıllık ömründe ve yaklaşık 40 yıl süren aktif siyasal yaşamında çok şey gördü, çok şey yaşadı, pek çok deneyim kazandı ve özellkle 12 Eylül 1980’deki askerî darbeden sonra, siyasal görüşlerinde önemli değişimler oldu.
Süleyman DEMİREL, ilk kez başbakan olduğu 1965 yılından “12 Eylül Darbesi”nin gerçekleştiği 1980 yılına kadar; sürekli olarak 1961 Anayasası’ndan, bu anayasa ile getirilen siyasal yapıdan, çift meclisten, üniversitelerin ve Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT)’nun özerkliğinden, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay gibi üst mahkemelerden, hak ve özgürlüklerden, sendika, dernek, meslek odası gibi demokratik kitle örgütlerinden hep şikayetçi oldu. Bu sıkıntısını, yakınmasını; “Bu Anayasa ile ülke yönetilemez!” sözü ile sık sık dile getirirdi. DEMİREL’in, siyasal yaşamının bu ilk dönemindeki yönetim anlayışı şöyle özetlenebilir (mealen): “İktidar olarak programımızı tam uygulamıyoruz, çıkardığımız yasalar ikinci mecliste (Cumhuriyet Senatosu’nda) inceleniyor ya da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal ediliyor, kamuda görevden aldığımız memurlar ve üst yöneticiler Danıştay kararı ile görevine geri dönüyor, harcamalarımız Sayıştay tarafından denetleniyor, hükümetimiz ve icraatlarımız ile ilgili haberleri TRT bizim istediğimiz gibi vermiyor, İşçiler toplantı ve gösteri hakkını ihlal ediyor, üniversiteliler bize çok tepki gösteriyor ve her fırsatta yollara dökülüyor, özetle rahat çalışamıyoruz, bunlar bize ayak bağı oluyor, ülkeyi istediğimiz gibi yönetemiyoruz.”
12 Eylül 1980 Darbesi ile DEMİREL’in aktif siyasal yaşamı belirli bir süre kesintiye uğradı. Türkiye’nin üzerinden bir silindir gibi geçen askerî yönetim, toplumun ve devlet yönetiminin her alanını ve özellikle siyasal yaşamı yeniden düzenledi. Parlamento (Büyük Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu) ve siyasi partiler kapatıldı, o dönemde siyasal partilerde görev alan tüm siyasetçilere siyaset yapma yasağı getirildi. Bu yasaklar, 6 Eylül 1987’de yapılan halkoylaması ile kaldırıldı. DEMİREL, Doğru Yol Partisi (DYP)’nin genel başkanı ve milletvekili olarak siyasal yaşamının ikinci dönemine başladı.
Siyasi yasakların ve erken genel seçimlerin yapıldığı 1987 yılından sonra, Türkiye’de siyasi aktörlerin rolü değişmişti. 12 Eylül 1980’den önce DEMİREL başbakan, Turgut ÖZAL (1927-1993) ise onun müsteşarı (memuru) idi. Bu kez, darbeden sonra askerî yönetimin desdeklediği Turgut ÖZAL başbakan, DEMİREL ise muhalefet konumundaydı. 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararları uygulaması için, darbeden sonra başbakan yardımcılığı görevine getirilen ÖZAL, 1983 yılında yapılan seçimlerde, kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) ile seçimlerin galibi olmuş ve bu kez başbakan olarak misyonunu sürdürmüştü. Siyaset yasaklarının kaldırılmasından sonra 29 Kasım 1987’de yapılan seçimde de % 36.31 oy alan ÖZAL, 450 kişilik mecliste 292 milletvekiliği kazandı ve ezici bir çoğunlukla yine iktidar oldu.
ÖZAL, meclisteki bu çoğunluğuna dayanarak istediği yasaları çok rahat bir şekilde çıkarmaya başladı. Önünde siyaseten önemli bir engel yoktu, üstelik askeri darbeyi gerçekleştiren Kenan EVREN (1917-2015) Cumhurbaşkanı idi ve ülke yönetimi üzerinde askerî darbenin ağırlığı ve ÖZAL’a desteği sürüyordu. ÖZAL’a, bu çok yönlü destek, 24 Ocak 1980 ekonomik kararları nedeniyle idi. Karma ekonomi düzenini (devletçiliği) tasfiye etmeyi, kamuya ait kuruluşların (Kamu İktisadi Teşebbüslerin) özelleştirilmesini, serbest piyasa ekonomisine geçmeyi ve kapitalist dünya ile bütünleşmeyi amaçlayan, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası tarafından da desteklenen bu ekonomik programın hazırlayıcısı, mimarı ÖZAL’dı ve uygulayıcısı da o olmalıydı.
DEMİREL’in siyasi yaşamının bu ikinci döneminde, bir ulusal bayram gününde, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nde yapılan genel görüşmede yaptığı konuşmada, şu cümleyi çok net olarak hatırlıyorum: “Çift meclisin önemini şimdi anlıyorum.” Mecliste bu sözü söyleyen DEMİREL, 1990’lı yıllara gelindiğinde, memurların yeniden sendika kurmasının önündeki engellerin kaldırılacağı sözünü veriyordu. Oysa aynı DEMİREL, bir zamanlar sendikalardan yaka silkiyor; işçi ve öğrenci eylemleri için; “Yollar yürümekle aşınmaz!” diyordu.
1991 yılında yapılan erken genel seçimler sonucunda daha ilginç bir siyasal gelişme oldu. DEMİREL’in liderliğindeki merkez sağı temsil eden Doğru Yol Partisi (DYP) ile Erdal İNÖNÜ (1926-2007)’ün liderliğindeki merkez solu temsil eden Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) 30 Kasım 1991’de koalisyon hükümeti kurdu. Ülkemizin çok partlil siyasal yaşamında bu bir ilkti ve merkez sağ ile merkez solun bu ortaklığı toplumun çoğunluğu tarafından büyük bir memnuniyet ve heyecan yaratmıştı. Öyle ki bu iki siyasi partinin genel merkezine yapılan ziyaretler günlerce sürmüştü. İşte tam o günlerde DEMİREL şöyle demişti: “D e ğ i ş t i m !”
Süleyman DEMİREL deyince, yakın dönemdeki siyasal yaşamımızın bu önemli kişisi ile ilgili olaylar, anılar, sözler, espriler öyle çok ki! Bunların çoğunun kaynağı da DEMİREL’in kendisidir. İşte bunların ikisi:
12 Eylül 1980’den önce, ülkenin başbakanı olarak DEMİREL’in yaptığı bir konuşma, o dönemin tek kanallı televizyonundan verilmektedir. Çanakkale’de bir kahvede, DEMİREL’in konuşmasına katılmayan bir vatandaş şöyle der: “Bir gün sana da kazığı geçirecekler!” O ortamda bulunan DEMİREL taraftarlarının tepkisi ve durumu bir tutanakla kayıt almaları sonucunda, DEMİREL, o vatandaşa hakaret davası açar ama 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu davasından vazgeçer. Çevresindekilere de şöyle der: “Adam haklı çıktı!”
DEMİREL ve partisi hakkında çok ağır sözler söyleyen, küfür derecesinde hakaret eden bir milletvekili, gün olur, siyasal konjüktür değişince DEMİREL’in partisine geçer. DEMİREL’in çevresindekiler şaşkındır ve şöyle derler: “Efendim, nasıl olur, bu adam düne kadar size bize küfür ediyordu.” DEMİREL’in cevabı: “Olsun, şimdi bizim kapıya bağladık, karşı tarafa küfür etsin, havlasın!”
Günümüzün siyasetçilerinde de değişim belirtileri var gibi! Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir konuşmada, kendi getirdiği “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” konusunda, farklı görüşlere ve değişime açık olduğu yönünde bir şeyler söyledi. Bu konuşma bende; “ERDOĞAN galiba parlamenter sisteme dönmek istiyor ve bu yönde nabız yokluyor!” izlenimi uyandırdı.
Demek ki sistem tıkandı; yürümüyor, işlemiyor, çözemiyor ve yönetemiyor! Bu yazımın bir yerinde dedim ya, DEMİREL’deki değişimi de işte bu nedenle anlatmaya çalıştım ya: “İnsan yaşadıkları, deneyimleri sonucunda değişebilir.”
Keşke bu değişimler; bu acılar yaşanmadan, bedeller ödenmeden gerçekleşebilse!






















