Aslında geçen hafta bizden başka bütün Türk Dünyasında bayram gibi kutlanan ve resmi tatiller verilen Nevruz Bayramını konu alan yazı yazacaktım. Klavyenin başına geçince insan birden bire kararını değiştirebiliyor.
Azerbaycan’da beş gün olan Nevruz Bayramı tatili, bu yıl hafta başına gelmesi nedeniyle dokuz güne çıktı. Diğer Türk Devletlerinde kaçar gün kutlandı bilmiyorum. Fakat başta da dediğim gibi bizden başka her yerde coşkuyla kutlandı. Dilerim gün gelir bizde de resmi olarak kutlanır. Ve Türk Dünyasını birbirine kültürel anlamda bağlayan önemli unsurlardan biri olur. Yoksa “kuru ve boş” sloganların bizi birbirimize bağlayacağını zannetmiyorum.
Gelelim başlık konumuza,”dava adamı(!)”;
Geçen hafta Başbakan Erdoğan milletvekilliği için partisine beş bin sekiz yüz civarında başvuru olduğunu, fakat ancak bunların beş yüz tanesini kanunen listeye alabileceklerini ve geri kalanın doğal olarak siste dışı kalacaklarını söyledi. Devamla “bu arkadaşlarımızın küsmemelerini ve dava adamı olmalarını, AKP’ye milletvekili olunmadan da hizmet edilebileceğini” söyledi.
Ben yetmiş kuşağındanım. Gerçi fikir adamı oldum ama “dava” adamı olamadım. Ancak “dava” adamı olmak isterdim elbette ki katarın önünde.
Bu katar işini biraz daha açayım; Davalar elbette teşkilatlar aracığı ile yürütülür, tek başına davalar yürütülemez. Teşkilat demek silsile demektir. Yani bu teşkilatın beyni vardır, yürütenleri vardır, bir de ayak işlerini görenler vardır. Bunlarda dava adamlarıdır. Bütün ayak işlerini bunlar görürler, tıpkı kalifiyesiz işçiler gibi. Ucuza can verilecekse bunların arasından seçilir. O kişiye denilir ki “sen dava adamısın canını bu dava için vermelisin”…O da verir… Ve geride kalan “davanın” adamları bu “dava” adamlarının üzerine basarak davalarını yürütürler ya da kazanırlar.
Burada biraz ileri giderek “ironi” yaptım fakat asıl gayem bu değildi.
Dava adamı olmak için teşkilat gerekli demiştik. O davaya gönül verenlerin çeşitli kademelerinde çalıştığı teşkilatta davalarının mücadelesini vermenin yanı sıra daha iyi yerlerde ve daha yukarılarda olmanın mücadelesini de vereceklerdir, doğal olarak.
Bu vesileyle teşkilatlar daima kabiliyetli, mücadeleci ve hak edenlerin yönetiminde idare edilecektir. Teoriler böyle söylüyor. Ya Türkiye’de ki gerçekler nasıl?
Partilerin idari şemalarını biliyoruz. Genel merkez, il teşkilatları, ilçe ve belde teşkilatları ile bu teşkilatların kurulları. Bir de haliyle milletvekilleri var.
Bildiğimiz gibi il ve özellikle ilçe teşkilatları parti genel merkezinin kontrolü altındadır. Yani genel merkezin güdümünde ve yandaşı olmayan il ve özellikle ilçe teşkilatları bir şekilde görevden alınarak yerine yandaş yönetimler getirilirler. Dolayısıyla bu taşra teşkilatlarının genel merkez üzerinde üye baskısı dışında hukuki anlamda hiçbir yaptırım ve baskıları yoktur. Size biraz abartılı gelse bile ”maraba” durumundadırlar.
Yani sözün kısası milletvekili seçmelerinde milletvekili adayının tespiti genel merkezin, doğal olarak liderin yetkisindedir. İstediği gibi kullanır. Bir de buna parti üyelerinin (özellikle ideolojik partilerde) liderlere “mutlak otorite” gözüyle bakılmasını da eklersek liderlerin katmerli otoritesini daha iyi görmüş oluruz.
Şimdi sorum şu… Parti kadrolarında yetişmediği halde birtakım kulis faaliyetleri veya bürokraside partiye hizmet etmenin karşılığı olarak parti üyelerinin ve hatta aday olduğu yörenin insanları tarafından tanınmayan birinin milletvekili olarak “davaya” hizmet etmesi ne anlama geliyor. Ve parti yönetimlerinde canını dişine takarak gece-gündüz demeden koşturan davasını ve halkını çok iyi bilen her kademedeki dava adamlarının haklarını gasp etmek ne anlama geliyor?
Ayrıca, içlerinden büyük çoğunluğunun o güne kadar partinin kapısının önünden bile geçmemiş aday adaylarına “dava adamı” olun demek de ne anlama geliyor?
Bu sorulara mutlaka herkesin (liderlerin ve adayların) kendilerince cevapları vardır!..