I.Dünya savaşında Asker, sivil demeden
Ruslara esir düşen kahramanlarımızın aziz hatırasına.
Kardeşlerine ettikleri yardımlar sonucunda
Ruslar tarafından şehit edilen
Azerbaycan Türkleri Ayşe Sonayeva, Ali asker
ve isimlerini sayfalara sığdıramayacağım yüzlerce
Vefakâr, fedakâr, kahraman kardeşlerime
Minnet ve şükranlarımla.
“Muhtar emmi Damgalı Deli Çoban’ ın durumu iyice ağırlaştı babam seni çağırıyor.”
Acı haber muhtarın yüreğine ateş gibi düştü. İşini bırakarak köyün ortasındaki muhtarlıktan aceleyle çıktı. Dua okuyarak dik yokuşta olan eve doğru koşar adımlarla yürüdü.
Bahçe kapısının önünde durdu. Terlemişti. Gri şapkasını çıkararak, elindeki mendille önce kel kafasını sonrada alnını ve yüzünü sildi. Kocabaş iri hantal cüssesiyle havlayarak bağlı olduğu zinciri kıracakmış gibi hücum ediyordu. Derin derin nefes aldı.
“Çetinnn.” diye var gücüyle seslenen muhtar, Kocabaş’ın ne yaman olduğunu bildiğinden korkarak birkaç adım geri çekildi.
“Geldim muhtar. Korkma, muhkem bağlıdır.” diyerek seslenen Çetin, muhtarı eve buyur etti.
“Bu sefer ecel cenginde yeniliyor damgalı. Yine de Allahtan ümit kesilmez değil mi muhtar?”
“Bunu da atlatır inşallah. Korkma kardaşım.”
Çetin’ in merhametli yüreğinin acısı gözlerinden süzüldü. Damgalı Deli Çoban’ ın yattığı odaya girerek, yatağının yanındaki divana oturdular. Odada öğretmen, caminin hocası ve Çetin’ in ilçeden getirdiği doktor vardı.
“Ağrı kesici iğne yaptım birazdan rahatlar ve uyur. İsterseniz biz odadan çıkalım. “
Doktorun isteğiyle Damgalı Deli Çoban’ ın yattığı odadan çıkarak, bitişikteki konuk odasına geçtiler. Durumu öğrenen köylüler Çetin’ in evine doluşmuştu. Herkes derin bir keder içindeydi. Üzüntünün ortak olduğu andı. Sessizlik sarmıştı odayı. Ne de olsa o bütün köylünün Damgalısı, Delisi, Çobanıydı. Ne çok severlerdi onu.
Civarda herkes tarafından tanınan, bilinen Damgalı Deli Çoban’ ı Yeni tayin olan öğretmen ve ilçeden gelen doktor tanımıyordu. İnsanların üzüntüsünü gören öğretmen merakını daha fazla gizleyemedi;
“Çetin Bey, çok üzgün olduğunuzu görüyorum, bey amca sizin neyiniz oluyor. Geçmiş olsun.”
“Öğretmen Bey, Damgalı Deli Çoban dediğimize bakmayın. O bir asker, üstelik kahraman bir asker. Onun gerçek adı Ali, Yüzbaşı Ali. Bizim köyde ve bu civarda hiçbir akrabası yok. Ailesi Ermeni çetelerinin yaptığı baskınlarda şehit oldular. Ama hepimizin ağabeyi, kardaşı, emmisi, dayısı ve hepimizin kandaşıdır. Bu gördüğün hanelerin hepsi onun da hanesidir. Köyde gördüğün çocukların hepsi onun torunudur. Öğretmen Bey kısacası o bize Allah’ın emaneti ve nimetidir.”
Çetin’ in sözleri doktorun dolgun yüzünde merak ifadesine sebep olmuştu. İlgisini çektiğinden, anlatılanları can kulağıyla dinliyordu. Aklına gelen soruları sormaya utanıyor, sabırla dinlemeği yeğliyordu. Sözün ortasında konuk odasının kapısı açılmış, köyün en yaşlısı olan Ziyeddin Dede ağır adımlarla içeri girmişti. Elindeki bastonu kapının yanına dayayarak, halı düşeli sedirde kendisine verilen yere oturmuştu. Başındaki kara kalpağını hafifçe alnından geriye itmiş, az gören gözleriyle etrafı görmeğe çalışmıştı. Oda da ki herkes tek tek yerinden kalkarak elini öpmüş, hal hatırını sormuştu. Ne de olsa köyün aksakalıydı.
Muhtar “Öğretmen Bey Damgalı Deli Çoban’ın hikâyesini en iyi Ziyeddin Dede biliyor. Biz Doktor Beyle bir bakıp gelelim, sonra da Ziyeddin Dedem sana onun hikâyesini anlatsın.” diyerek konuk odasından çıktılar.
Bakır sini içinde gelen çayın kokusu odaya yayılmıştı. Henüz misafirler çaylarını yudumlarken, doktor ve muhtar içeri girmişti.
“Ateşi biraz düştü, nabzı daha iyi.”
“Doktor Bey evladım, sağ ol, Allah onu bize bağışlasın. Ben geldiğimde Damgalıyı konuşuyordunuz. Onu buralarda benden iyi tanıyan yoktur. Hatta ona bu lakabı ben bulmuştum. Hey koca yürekli Damgalı Deli Çoban, seni Sibirya, denen cehennem deviremedi de bu illet hastalığa teslim oldun.”
Odayı kaplayan hüzünlü sessizlikte gözyaşları yüzleri ıslatıyordu. Cebinden çıkardığı mendille gözlerini silen Ziyeddin Dede bardakta kalan çayın sonunu da yudumladıktan sonra sözüne devam etti. Sözlerinde derin bir içtenlik, yaşanmış tarih ve çocuksu bir saflık vardı.
“Ağızımdan çıkacak olan sözlerin işe yaramasını diliyorum. Onun için doktor bey oğlum, öğretmen bey evladım anlatacaklarımı iyi dinleyin, çocuklarınıza, ailenize ve herkese anlatın. Anlatın ki yaşananlar, çekilen çileler unutulmasın. Yirminci asrın sonuna geldik. Bizimde ömrümüz tükenip gidiyor. O zulümleri yaşayanlardan kaç kişi sağ bilmiyorum. Birkaç yıl sonra bizlerde bu dünyadan göçüp gideceğiz. Baki olan Allah dır. Hepinize diyorum dostlar, bizleri unutmayın, unutturmayın.
Sarıkamış cephesinde çarpışıyorduk, Ali çakı gibi, akıllı, çevik bir Osmanlı zabitiydi. Ben de onun ast subayıydım. Düşman düşmanlığını ziyadesiyle yapıyordu. Gencecik fidanlarımız tırpanla biçiliyor gibi kucağımıza, kollarımıza, siperlerimize dökülüyor, sayamadığımız kadar şehit veriyorduk. İmkânlarımız kısıtlı, mevsim zalim, düşmanda bitmeyen oyunlar vardı. Ali komutan askerin önünde var gücüyle çarpışıyordu. Ben onu korumaya kalktığımda ‘Dünya denen yer vatanımdan ibarettir. Kanım vatana helaldir.’ diyerek bana kızardı. En gerçek sevginin vatan sevgisi olduğunu ben ondan öğrendim. ‘Vatan sevgisi hürriyet demektir.’ derdi. O yüreğini vatan aşkına bağlamış bir yiğittir.
Gece gündüz çarpışmanın sonunda bizler şehitlik mertebesine eremeyerek Rus’ a yesir düştük. Sadece askerleri değil, sivil halkı da köylerden toplayarak yesir almışlardı. Günlerce süren eziyetten sonra çocuk, kadın, yaşlı demeden demirden bir hapishane olan vagonlara doldurulduk. Aç susuz haftalarca yol aldık. Bizi Rus esir kamlarına mı yoksa ölüme mi götürüyorlardı bilmiyorduk.
Trende açlıktan ölenlerle yolculuk yapıyorduk. O vagonlarda olanları anlatmak bana her zaman zor geliyor. İnsana yakışmayan ne varsa orada vardı. Çocukların ve kadınların korkulu gözlerine bakmaya korkuyordum. Manasını yitirmiş gözler, göz çukurunda çırpınıyor gibiydi.
Savaşta erini yitirmiş gencecik gelinler, babasız kalmış masum çocuklar, yoksulluktan beli bükülmüş yaşlılar hastalanarak ölüyordu. Tren ise gece gündüz durmadan meçhule yol alıyordu.
Kaç gece, kaç gündüz geçmiş, kaç şehrin istasyonunda durmuştuk bilmiyorum. Arada sıra durduğumuz kırsalda vagonlardaki cesetler yol kenarlarına atılıyor, sonra da tren ağır aksak yoluna
devam ediyordu. Vagonlar açıldığı zaman, her vagondan 10-15 Türk askeri ölmüş oluyordu. Düşünün dostlar yüzlerce insan, aralarında çocuklar, bebekler, kolu, bacağı kopmuş yaralı askerler… Açlık susuzluk… Dünyada hiç kimse yaptığı zulümle, rezaletle fatih olmamıştır. İnsanoğlu işte evlatlarım fırsat eline geçince dünyanın damarını kendisinin tuttuğunu düşünüyor.
Son istasyonda vagonun kapıları açılınca Bakü’ ye geldiğimizi anlamıştık. Onca zamanın acısını, ruhumuza sinen işkence korkusunu Bakü’yü görünce biran olsun hafifletmiştik. Ne de olsa Türk yurduydu, kardaş eviydi, ata toprağıydı. Akıllı adamın söylediği söz, suya düşse, toprak altında kalsa bile değerini yitirmiyor. ‘Bir Rus’ a, bir Ermeni’ ye, bir de haine güvenmeyin.’ derdi rahmetli dedem. Balalarım onların yol boyu bize ettikleri zulüm, içimizdeki hanilerin zalimlikleri kadar canımızı yakmadı. Bir tütüne, bir maşrapa suya nice yiğitlerimizi sattılar. En çok da buna yanarım. Daha bizi vagonlardan indirmeden istasyonu Ermeni ve Rus askerleri sarmıştı. Ayakta olanları ite kaka, yaralı ve hasta olanları söve söve, kadın, çocuk ve yaşlıları çekiştire çekiştire vagonlardan indirdiler. Etraf oldukça kalabalıktı, Azerbaycanlı kardaşlarımız istasyon meydanını doldurmuş, bize yardım etmek için çabalıyordu. Ama ne mümkün… Trende kalan diğer Asker yesirleri ‘Karantina var.’ diye indirmediler. Sonra ki yıllarda öğrendik ki günlerce aç susuz bırakarak ölümlerine sebep olmuşlar. Aha şuram yanıyor, inceden inceye kor gibi hiç sönmedi buramın ateşi.”
Elini yumruk yaparak göğsüne vuran Ziyeddin Dede hıçkırıklarına engel olamıyordu. Herkes başını yere eğerek susmuş, acılarını içlerinde yaşıyordu. Çetin getirdiği bir maşrapa suyu Ziyeddin Dedeye uzattı. Gözyaşlarını silmeden bir iki yudum sudan içti. İçine az da olsa ferahlık gelmişti. Derin nefes aldığında omuzları dikeldi. Kalpağını çıkararak yanına koydu. Doktorun ve öğretmenin bakışları mıhlanmış gibi Ziyeddin Dedenin yüzünde kalmıştı.
“Bu dünyada yürekteki söz söylenmeyecekse, düşünmenin, yaşamanın ne manası var? Balalarım benimde, damgalının da söyleyecek daha çok sözü var. Dediklerim benden size, sizden başkalarına kuş gibi uçsun, dolansın dünyayı.
Yesirlik zincirlerinden kurtulmak imkânsızdı o zamanlar. Yesir düşmek biryana, vatan hasreti, vatan hasreti çok acı balalarım, çok acı. Vatanına ettiği emek insanın en büyük şerefidir. Kimi tarlada, kimi cephede, kimi salladığı beşikle bu şerefe nail olur. Ali komutanım da bu şeref için canını ortaya koyan, vatanını namusla yücelten binlerce askerden biridir.
Vagonlardan indirilen binlerce yesir, rütbelerine göre ayrılıyordu. Ali komutanın yanına yaklaşarak sessizce ‘Ne yapıyor bunlar komutanım?’ dedim. ‘Rus’ un Ermeni’ nin alçak oyunu bu Ziyeddin, bir arada tutmamak için ayırıyorlar. Muhakkak bizi Sibirya’ ya götürecekler, sizi de Nargin adasına. Hakkını helal et. Olurda ölmez kurtulursak köylerimizde arayalım birbirimizi. Bir yolunu bulup kurtulacağım, sen de yol ara.’ diyerek sarıldı bana, ben de ona. Son ayrılığımızdı bu, kurtulursak köylerimizde arayacaktık birbirimizi.
Bağrış çağrışlı bir kargaşa içinde, koyundan kuzuyu ayırır gibi bizi birbirimizden ayırdılar. Bitkin haldeydik, ne yürüyecek takatimiz vardı ne de karşı koyacak gücümüz.
Cehennem ateşi içinde, toplar, mermiler, şarapneller başımızdan yağarken, ölümle her an burun burunaydık. Bunların hiçbiri bizi yıldırmamıştı. Tutsak düşmek kimsenin hayalinden geçmemişti. Böyle bir belaya rast gelmek, direnmemizi, gücümüzü, kişiliğimizi, aklımızı paramparça etmişti. Keşke ölseydik kardaşlar, keşke ölseydik. Bir asker için yesir düşmek ölümden bin beterdir.
Sadece askeri değil, birçok Türk vatandaşı da Rusya yesir almıştı. I. Dünya Savaşı’nda Ermenilerden kurulmuş olan askeri birliklerin, Doğu Anadolu’da Türklere yaptıkları mezalim yetmiyormuş gibi, bilhassa çoğu yaralı olan Türk esirlerine de zulüm ve işkence ediyorlardı.
Biraz önce hicabımdan anlatamadım, en utanç duyduğum an neydi biliyor musunuz doktor bey? Bilemezsiniz. Bunun nasıl bir utanç olduğunu Allah bundan sonra bu millete yaşatmasın.
Söyleyeyim size, bizi ‘Türk yesirler.’ diye tellallara bağırtarak Tiflis sokaklarında gezdirmeleriydi. Bu azabın, utancını size anlatabilmenin mümkünatı yoktur.”
Ziyeddin Dede boğazına düğümlenen ıstırabı yutkunmaya çalışırken doktor yerinden kalkıp “Ali Komutana bakayım.” diyerek odadan çıktı. Herkes suskun bir halde sohbetin devamını merakla beklemekteyken, “Uyuyor.” diyen doktor sedirdeki yerine oturdu. Bütün bakışlar “Sonra ne oldu?” der gibi Ziyeddin Dedeye döndü.
“Bakü’ nün rüzgârı kılıç gibidir. Hem keskindir hem de deli eser. Bunu Hazar’ ın ortasında yaz kış demeden gördüm. 1915 yılının ocak ayı balalarım. Havanın soğukluğu mu, yoksa yesir düşmek mi beni titretiyordu bilmiyorum. Üstümüz başımız perişan, sefil bir halde indiğimiz vagonlardan Nargin adasına götürülecek olan yüzlerce insan Hazar’ın kenarında bekliyorduk. Etrafımızı Saran Ermeni ve Rus askerleri güruhu başını yerden kaldıranları dövüyor, sövüyor, bazılarını da ‘Kaçmaya çalıştı.’ diye vuruyordu. Ümitlerimiz kırılmış olsa da can bu, ölmekten korkuyorduk.
Ağaç iskeleye yanaşan çatanaya doluşturdular bizi. 15 ya da 20 km deniz açığında olan Nargin, yani, Azerbaycan dilinde yılanlı ada olarak bilinen yere getirdiler. Çatana bizi sonumuzun ne olacağı sır olan boz, kurak, kasvetli adanın kıyısına boşalttı. İlk bakışta kurtulmanın mümkün olmadığı dipsiz, zifiri karanlık, soğuk bir kuyu görünümü vardı. Doğa ise sanki burada kendisinden bezmiş gibiydi. Ne bir ağaç, ne bir yeşillik görünüyordu. Şaşkındık, mahcuptuk, çaresizdik, ümitlerimiz tükenmişti. Çocuk, kadın, yaşlı, asker; hasta, yaralı gözetmeden yılanların meskenine atılıvermiştik. Ağlayacak, üzülecek gücümüz yoktu.
Çatanadan indiğimizde hayatımızın bir meçhulün içinde kaybolduğunu düşündüm. Nargin’ in topraklarına ayak bastığımda gözüme ilişen ilk şey muhafız Rus askerleri, yırtık pırtık elbiseli yesir askerler, kadınlı erkekli beyaz elbiseli sağlık görevlileriydi. Ve bunların vaziyeti beni ürkütmüştü. O an aklıma koymuştum yapacaklarımı.
Ne de olsa askerim. Bir iki günlük acemilikten sonra adanın dört bir yanını kolaçan ettim. Sahilleri müthiş kayalıktı. Su yılanlar ise kayalardan da çoktu. Bakülülerin yılanlı ada demeleri boşuna değilmiş. Muhakkak buradan bir çıkış yolu olmalıydı.
Bir gün yine keşfe çıktım. Adanın kuzey tarafına düşen yere gittim. Gördüklerim karşısında dehşete düştüm, damarımdaki kanım çekildi sanki. Boğucu ağır hava bile donmuş kalmış, ölümün sessizliğine bürünmüş gibiydi. Açılan çukurlara atılan insan cesetleri içler acısıydı. Bizden önceki yesirlerin dediğine göre, ölenlerin sayısı günbegün arttığı için onlara ayrı ayrı mezar kazımak imkânsız hale gelmiş. Bundan dolayı ölenler toplu olarak hendeğe doldurulmuş. Hendeğin derinliği yetersiz olduğundan da cesetlerin üzeri açık kalmış.
Yandım o an, yandım kardaşlar sahipsiz, kimsesiz, mezarsız çürümüş onca insan bedeni. Ya onları bir gün gelecek diye bekleyenler ne haldelerdi acep. İşte o gün yeniden doğdum. Geride bekleyenlerin hatırına, Ali Komutanımın hatırına, beni bekleyen anamın, babamın hatırına ant içtim. Burada ölmeyecektim. Bir gün kurtulacaktım. Ama nasıl?
Esirlerin doldurulduğu barakalar tahtadan yapılmıştı. Şiddetli rüzgârda kırılan camların yerine bez parçaları, kâğıt sıkıştırsak da soğuk havanın içeri dolmasına engel olamıyorduk. Yatak, yorgan, yastık yoktu. Kuru tahta üzerinde başımızın altına taş koyarak yatıyorduk. Bazen barakalar da yatacak yer kalmıyor dışarıda uyuyorduk. Nargin de ne yemek hane vardı, ne de çamaşırhane. Değişeceğimiz giyeceğimiz de yoktu. Temizlik neredeyse imkânsızdı. Bit, pire salgını başlamıştı.
Bizden ayırdıkları rütbeli subayların Sibirya’ ya götürüldüğü haberini almıştım. Ali komutanımın da orada olduğunu düşündüm.
Hele kış ayları balalarım, hele kış ayları. Ölmeyi ödül saydığımız zamanlardı.
Bizim halimizden haberdar olan Bakülü kardaşlarımız imdadımıza yetişmişti. Onların bizim için neler yaptığını anlatsam günler sürer. Günlerden bir gün yine kardaşlarımızdan yardım gelmişti. Hemen yanlarına koştum. Ayşe Sonayeva bacımızı ilk o zaman tanıdım. Varını, yoğunu hatta canını Nargin adasında tutsak olan Türklere adamıştı. Sadece Ayşe bacımız değil, bütün Azerbaycan halkı seferber olmuştu. Yapılan yardımlarla epeyce kendimize gelmiştik. Yapılanlar tam bir çılgınlıktı. Yardım getirilen teknelerle Türk tutsak askerleri gizlice adadan kaçırılıyordu.
Ve bir gün ben ve sekiz arkadaşım Ayşe Sonayeva bacımın teknesiyle gizlice Bakü’ ye gelmiştik. Daha doğrusu adadan kaçmıştık. Birkaç gün kardaşlarımız bizi sakladı. Kararlıydık Türkiye’ye geçecektik.
Bakü deki kardaşlarımız bize güçlü atlar buldular. Bir şafak vaktinde kardaşlarımıza veda ederek atlarımızı sürdük. Günlerce yol aldık. Türk köylerinde bizleri misafir ettiler. Sokaklarda tutsak olarak gezdirildiğimiz Tiflis’ in arkasından Borçalı’ ya oradan Ahıska’ ya oradan da Erzurum’ a vardık. Erzurum da arkadaşlarımızla helalleşerek ayrıldık. Erzurum da iki gün dinlendikten sonra buraya evimize geldim. Anam, babam beni gördüklerinde yaşadığıma inanamadılar. Nasıl inansınlar, iki sene ne haber almışlardı ne de bir ümit ışıkları kalmıştı.
Biliyor musunuz evlatlarım? Çok sonra öğrendim ki bize yardım eden Ayşe Soneyava bacımı, Ali Asker kardaşımı Ruslar kurşuna dizmiş. Bizi kurtarırken kendi canlarından olmuşlar. Kahroldum.”
“Ali komutan?”
“Ali komutan… Damgalı Deli Çoban! Evet, öğretmen bey, Ali komutanı bulmak için üç yıl boyunca Sarıkamış’ ın köyüne gittim geldim. Ne bir haber vardı, ne de bir iz. Ümidimi kesmiştim artık. O sene kışı evimde geçirmiş, aramaya gitmemiştim. İlkbahar geldiğinde son kez köyüne gideyim dedim. Bu sefer de gelmemişse öldürülmüştür artık diye düşündüm.
Köye yaklaştığımda attan indim, zümrüt yeşili yamaçlara yayılan koyunlar baharın tadını çıkarıyordu. Kayanın üstüne oturup koyunlarını otlatan çobana uzaktan selam verdim. Seslendim. Sonrada yanına doğru yürüdüm. Birde ne göreyim? Ali komutanım… Kucaklaştık, sarmaş dolaş olduk. Ağlaştık. O da beni aramaya hazırlanıyormuş.
1915 yılının Ocak ayı, Sarıkamış’ta esir düşüp Sibirya’da yıllarca esaret altında kaldıktan sonara firar ederek Çin, Japonya, Pasifik, Amerika ve Atlantik yoluyla Avrupa’ya ve oradan Türkiye’ye sağ salim dönen Ali komutan hala dimdik karşımda duruyordu.
Yaşadıklarını uzun uzun bana anlatırken gözüm bileğindeki damgaya ilişti. Ben sormadan gülümseyerek ‘Sibirya da damgaladılar bizi.’ dedi. Damgalı Çoban rütbesi almışsın desene dedim. Bir de kaçış hikâyen var ki tam delilik. Damgalı Deli Çoban… ‘Ziyeddin hiç kimsem kalmamış burada, Ermeniler bütün ailemi katletmiş.’ Hüzünlü bir suskunluk düştü gönlümüze. Annem babam köyde bizi bekliyor, koyunları sahibine teslim edip gidelim dediğimde sözümü ikiletmedi.
O gün bu gündür burada bizimle yaşıyor dostlar. ‘Ben artık dar yerlere sığamam Ziyeddin dağlarda, ovalarda nefes alabiliyorum.’ dedi. Kendi isteğiyle köyümüzün çobanı oldu. Bir tek çobanı olmadı, hangimizin neye ihtiyacı olduysa o koştu. Evlenmedi, benim çocuklarıma emmi oldu. Dede oldu. İşte böyle doktor bey. Hele sen bir daha bak gel Deliye.”
Herkeste bir umutsuzluk, bir tedirginlik vardı. Kaçınılmaz sonun haberini almaktan korkuyorlardı. İkindi vaktinin sarı ışıklarıyla aydınlanan ev uykuda gibiydi. Bir cümle ne kadar güzel
kurulursa kurulsun içindeki hüzün insanların tasasını gidermeye yetmiyor, gönlünü iyi etmiyor. Konuk odasına geri dönen doktorun titreyen sesi, kaçınılmaz sona bükülen boyunun habercisiydi.
“Ali komutan… Ziyeddin Dede Ali komutan gidiyor. ”
Damgalı Deli Çobanın yattığı odaya doluştular. Kelimeyi şahadetle son nefesini verirken gözlerini Ziyeddin Dedenin gözlerine dikti. Gözlerinin kıyısından süzülen bir damla yaş şakaklarında durdu.
15.04.2021
KONYA