Soğuk ve ayaz bir kış günüydü. Tıka-basa doldurulmuş minibüs, homurtulu bir motor gürültüsü içinde küçük kasabanın sınırlarını terk etmek üzereyken ön koltukta her zamanki gibi sabrının mükâfatı olarak kendisine rahat bir yer kapma imkânı bulan orta yaşlı adam gözlerini kapadı. Her yıl olduğu gibi ayrılık yine hüzünlüydü. Eşini ve çocuklarını bir yıl daha göremeyecekti.
Motorun her uğuldaması onu yürekten bağlı bulunduğu bu kıraç topraklardan ve samimi dostluklardan da uzaklaştırıyordu. Bir dostunun uzun zaman önce bir Bulgar şairine ait olduğunu söylediği o meşhur soruyu yine aklına getirdi;” küçükken hep sorardım kendi kendime; neden nehirler büyüdükçe kaynaklarından uzaklaşırlar diye?” Bu hatırlama onu gerçekle karşı karşıya getirmiş olmalı ki yüreğini bir mengene gibi sıkıştıran hüznü nerdeyse nefes aldırtmayacak şiddete ulaştı. İçinden onu bu çelişkiye zorlayanlara lanet etti.
Neden doğduğu, büyüdüğü bu topraklarda ona ekmek olmasındı? Neden çocuklarına insanca bir yaşam temin etmek için yedi düvel öteye ta Almanya’ya gitmek zorunda kalsındı? Aslında Alamancı diye anıldığı günden beri çevredekilerin gözünde inkar edilmeyecek şekilde itibar kazandığı da bir hakikatti. Birden köylerinin bir kenarına kurulduğu vadinin içinde çılgın ve gösterişli bir şekilde akan güzelim Fırat’ı düşündü. Büyük olma bedelini Şatt’ü-l Arap’ta tükenerek ödeyen Fırat’ı. Onu ne kadar sevdiğini sanki ilk kez fark ediyordu, yüreğini sıkıştıran, neredeyse nefes almasına imkân tanımayan o acımasız ayrılık hüznüne meydan okurcasına derin bir nefes aldı. “Ah Fırat! ey nehirlerin efendisi nedir bu bize biçilen acımasız kader”?
Aniden kulakları patlatırcasına ortalığı kaplayan klakson sesi ve fren sarsıntısıyla kendine geldi. Önce iyi ki Almanya’da emniyet kemeri bağlamayı alışkanlık edinmişim diye düşündü, sonra onu kendi düşünce dünyasından koparan gerçekle karşılaştı. 8–9 yaşlarında biri erkek biri kız, iki çocuk minibüsün altında ezilmekten kıl payı kurtulup yolun karşı tarafına, mahallenin çöplerinin yığılı olduğu tarafa hızla koşmaktaydı. Minibüs sürücüsü ağza alınmayacak küfürlerini bitirdikten sonra olayı açıklama gereği duyarcasına buranın, kasabanın iyi hallilerinin oturduğu semti olduğunu, çöplerinin içinde denildiğine göre satın alınsa dünyanın parasını tutacak olan kıymetli yiyecek maddelerinin bulunduğu konserve kutularının hiç dokunulmamış vaziyette bolca bulunduğunu, bu nedenle son zamanlarda bazı fakir aile çocuklarının bu çöplere dadandığını belirtti.
Kendi başarısını hissettirmek istermişçesine de kısa bir süre önce bunlardan ikisinin yeni şoförlüğe başlayan bir arkadaşları tarafından ezildiğini ve çocuğun başını derde soktuklarını söylemişti. Gerçi çocuğun frenleri de iyi değilmiş denilenlere göre. Yolculardan biri asıl suç bu çöpten toplanmış konserveleri bu çocuklardan satın alanlarda diye görüş belirtti. Şoför “ne satılması kardeşim bunlar yiyecek bir şey bulamadıkları için aileleri tarafından son umut olarak buraya gönderilen çocuklar, civar köylerin boşaltılmasından sonra kasabada bu tür ailelerin sayısı iyice arttı” diyerek adeta adama çıkıştı. Minibüste motor uğultusunun bile bastıramadığı bir sessizlik oldu. Sanki herkes sürücüdeki bu ani kimlik değişimini sorguluyordu.
Adamın aklına aldığı maaştan başka bir şeyi olmayan ve maaşının azlığından durmadan yakınan köy imamının her fırsatta söylediği hadis geldi: “komşusu açken tok yatan bizden değildir” kim kimden değildir? biz kimiz ya da bir süre önce ezilen ve belki de bir süre sonra ezilecek olan bu çocuklar kim? peki çöpü bile zengin olan bu kasaba sakinleri kim? Adamın kafası iyice karıştı, en iyisi gözlerini kapayıp tekrar kendi dünyasına dönmekti ve öyle yaptı.
Bir süre biraz önce olup bitenlerden, şoförün anlattıklarından sıyrılmak için uğraştı ama nafile, o bakımsız, o cılız, o üstü başı düzensiz iki çocuk beyninin içine kazılmıştı sanki. Kız çocuğu karşısında boynunu bükmüş yalvarırcasına bakıyordu “bundan yüzyıllar önce sırf kız olduğum için utanç kaynağı oldum, öyle ki ebeveynim kimi zaman bu utancı taşımaktansa beni toprağa canlı canlı gömmeyi tercih etti. Tanımadığım ölüm korkusundan hiç korkmadım ama beni gömenlere olan özlemim nedeniyle içimin nasıl paramparça olduğunu bir ben bilirim. Ne çığlıklar attım, sen bilemezsin amca” diyordu. “Ama o zaman birileri duydu hıçkırıklarımı ve benim hıçkırıklarımı evrenin çıtırtılarıyla birlikte andı. Hatırlarsın değil mi amca? Eminim sizin köyde de okunmuştur. ‘ ve izel mev`udetu suilet, bi eyyi zenbin kutilet’… Mekke’nin üst taraflarından birileri böyle deyip canlı gömüldüğümüz mezarlara doğru koşup geliyordu. Ve dediğine göre tanrı çığlıklarımızı duymuştu ve o gün kurtulmuştuk ya da öyle sandık amca. Evet, sadece öyle sanmıştık amca, bu bir yanılgı olmaktan öte bir şey değildi. Yanılgı olmasa bu ülkede çocuklar kız/erkek demeksizin zenginlerin çöp yığınlarının içine canlı canlı gömülmeye devam edilir miydi amca? Hiç bir şey değişmedi mi diye sorduğunu duyar gibiyim, evet değişen şeyler de var: canlı mezarlar yerine çöp yığınlarını ve ilaveten çığlıklarımızı bastıran teknolojik kirlilik.”
Adam şaşkındı neler söylüyordu bu küçük kız? Hiç de şükretmesini bilmiyordu bak ne kadar şanslıydı hâlbuki daha demin bir kazayı kıl payı atlatmıştı ve şimdi yaşıyordu!”Yaşamak mı dedim” diye sordu kendi kendine adam, yaşamak?
Not: Yazı Dr. Bedri ALDUDAK’tan alınmıştır.
”öyle ki ebeveynim kimi zaman bu utancı taşımaktansa beni toprağa canlı canlı gömmeyi tercih etti. Tanımadığım ölüm korkusundan hiç korkmadım AMA BENİ DİRİ DİRİ GÖMENLERE OLAN ÖZLEMİM nedeniyle içimin nasıl paramparça olduğunu bir ben bilirim. ”
Bu ibareyi aktaracak söz.ne yazık ki alfabenin tüm harfleri arasında hata !! okuduğumuz tüm kitapları kurcalasak bulunamaz.
yazarı bu değerli yazısı için en içten dileklerimle kutlar,
’ ve izel mev`udetu suilet, bi eyyi zenbin kutilet’…
ayetinin günümüzde de söyleyeceklere ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde hatırlatığınız için minnetarım … selam ve dua ile