*****Bu yazımı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının 100. Yılında, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle tüm çocuklarımıza hediye ediyorum.
Dileğim o dur ki okunsun ve okutulsun.****
Çit Ev nedir bilir misin?
Okula başlamadan önce bebekliğim ve çocukluğumu yaşadığım odacık. Çit odada doğmuşum. Derme çatma yapılmış, içinde her şeyden önce katıksız, hilesiz-hurdasız sevgi kokan tek odalı bir evcik. Nerede mi doğdum? Aydın’ın Germencik kazasında. Bilirsin dünyaca meşhurdur taze ve kuru inciri ile. Taze incire halk arasında ‘kaba’ denir. Ben doğunca, babam sokak sokak lokum dağıttırmış ağabeyime. “Kızım oldu! Kızım oldu!”diye sevinçten havalara uçmuş canım babam. Oysa Anadolu’da” Kız doğdu.” deyince oradaki toplumu bir sessizlik kaplar, kız çocuğu doğuran annenin başına gelecekleri düşünürlermiş. Günümüzde bile örnekleri var. Adil Günay’ın kızı olmanın ayrıcalığını görüyor musun?
O çit evden aklımda kalanları aktarmaya çalışacağım. Çit Ev nasıldır, belki büyüklerinden duymuşsundur. Küçücük, sevimli, yaşam kokan, saraylara taş çıkartacak kadar rahat, huzur veren tek bir odacık. Anne, baba ve iki çocuğun yaşadığı bu şirin mi şirin odacığı gözlerinin önüne getirebilir misin? Dışarıdan bakınca sol tarafta sağa sola açılan iki çerçeveli ahşap penceresi, sağ tarafta tahtadan kapısı, odanın sol tarafındaki dip köşede, bir kişinin yıkanabileceği kadar büyüklükte, tabanı toprak ve dışarıya gideri olan tahta kapılı banyosu, aynı duvarın orta kısmına inşa edilmiş yemek pişirmek, ekmek yapmak için yapılmış bacalı odun ocağı ile tam tekmil bir odacık. Ne zaman ocak sözünü duysam hemen gözlerimin önüne çocukluğumun ocağı gelir. Üç ayaklı, üstüne tencere konan sacayağı, duvara yaslanmış siyah renkli, üstünde yufka, bazlama, içli çörek pişirilen yuvarlak sac ve külleri karıştırmak için yan tarafta duran uzunca, yine siyah renkli maşa canlanır gözlerimde. O ocağımız var ya; gözlerimi delip beynimin bilinmez odalarından birine çizilmiş harika bir tablodur. Ocağın pencere tarafına doğru, yan tarafına asılmış, içinde peynir, zeytin, kesik (çökelek) ve benzeri yiyeceklerin olduğu tel dolap o yılların her evinde bulunurdu. Bizim sokağın zengini fakiri henüz buzdolabı nedir bilmezdi. O yıllarda yemekler günlük pişirilir, günlük tüketilirdi bizim evde.
Odamızın tabanına hasır sererdik. Gündoğdu sokağımızda Raziye adında bir teyze yaşardı. Kimsesi yoktu. Uzun boylu, bembeyaz tenli, çakır gözlüydü. Ağarmış saçları, başındaki çiçekli yemeni ile birleşince kar beyaz yüzü meleklere benziyordu. Her gün başka şalvar giyerdi. Bizim evin hizasında, birkaç ev ötemizde idi evi. O zamanlar bizim sokaktaki hanımlar, kızlar evlerde şalvar (üstdon) giyerdi. Allı güllü Nazilli basmasından, divitin denen pazenlerden dikilirdi şalvarlar. Basmalar yazın, pazenden olanlar ise kışın giyilirdi. Elbise, etek cinsi giysiler; sinemaya gitme, bayram kutlama gibi özel günlerde giyilirdi. O giysiler özenle sandıklarda saklanırdı.
Raziye teyzenin bahçesi, lale, zambak, nergis, sümbül kokardı bahar gelince. Mevsimi gelince çeşitli renklerde açan güllerin kokuları sokaktan duyulurdu. Hele açık pembe açan çanak güllerinin kokusunu ve görünüşlerini nasıl anlatabilirim ki?!. Nane, tere, dereotu, maydanoz, roka yetiştirirdi bahçesinin bir bölümünde. Dalları dolu dolu olan can eriği ağaçları vardı. Nedense beni çok severdi. Her seferinde ceplerimi eriklerle doldururdu. Çiçekleri koklamama izin verirdi. Hiç koparmazdı onları. Oradan mı kaldı bilemem ama, ben de çiçekleri koparamam mecbur olmadıkça. Sanki onları dalından koparınca benim de canım acır gibi olur. Raziye teyzenin (Iraziye gomşu derlerdi) tek katlı, yan yana iki odası olan yer evini çok severdim. Doğanın tüm renkleriyle boyanmış bahçenin içinde insanın içini okşuyordu. Pencerelerini süsleyen, kendisinin ördüğü çivit renkli perdelere doğanın güzelliklerini tek renk ile nasıl da işlemişti. Belli ki tığ işini çok iyi biliyordu. Bahçe işlerinde olduğu gibi el-işlerinde de maharetliydi. Kısacası doğa ile iç içe yaşayan bu teyzeyi hiç unutamadım.
Hasır nasıl örülür, Raziye teyzenin bahçesinde görmüştüm. Sokak kapısından girince sağ taraftaki boşlukta hasır örmek için kurulmuş uzunca dokuma tezgâhı vardı. Havalar iyi olduğunda hasır dokurdu Raziye teyze. Birkaç kez babamın ondan parayla hasır aldığını görmüştüm. Raziye teyzeden başka hasır örenler de vardı sokağımızda. Hatta yaz aylarında sokağımıza kurulan hasır tezgâhları olurdu.
Şimdi yine bizim ÇİT EVE’e dönelim. Hasırların üstüne, duvar kenarlarına konan minderlere oturulurdu. Duvara yaslanmak için her minderin yastığı vardı. Yastıkların ve minderlerin yüzleri aynı renk ve desenden dikilmişti. Odanın bir köşesine yığılmış, üstü beyaz bir çarşafla örtülmüş ak pak yatak, yorgan ve yastıklar her gün yatma zamanı açılır, yataklar serilir ertesi günün sabahında tekrar toplanır ve düzenli bir şekilde yığılır, üstleri örtülürdü. Kapının arkasına yerleştirilen cevizden yapılmış, kapağı el işlemeli sandıkta giyim kuşam, iç çamaşır, çarşaf, yastık yüzü cinsinden eşyalar bulunurdu. Hatırladığım kadarıyla o sandık annemin çeyiz sandığıydı. Anneciğim onları özenle dürüp kaldırır, zamanı geldiğinde çıkarırdı. Bu tek odalı evde okul öncesi geçen yıllarımı hiç unutmadım. Gaz lambasını o yıllardan bilirim. Nasıl temizlendiğini de. Anneciğim her gün akşam olmadan gaz lambasının camını tertemiz siler, gazını doldurur, duvardaki yerine asardı. Bana camı nasıl sildiğini göstererek anlatırdı. Ona göre ben kız çocuğu olarak her şeyi küçük yaşlarda öğrenmeliydim. Sıkça söylediği “Ağaç yaş iken eğrilir.” “Yaptığın banaysa öğrendiğin kendine.” atasözlerinin benim kişisel gelişimimde önemli rolü olmuştur.
Bu tür çit odaların nasıl yapıldığını bilmiyorum. Bildiğim tek şey derme çatma görünüşü olan, aileyi ama soğuktan kıştan koruyan, geceleri kapısı arkadan bir sürgüyle kapatılan, içinde kendimi emniyette hissettiğim, güven, sevgi kokan, çocuk yıllarımın bu minik sarayında çok mutluydum. Odanın içi her zaman bembeyazdı. Anneciğim sık sık odayı kireçle badana yapardı. Odanın dış duvarlarını da tabii. O yıllarda evler kireç ile badana yapılırdı. Dış duvarları boyamak için çivit rengi kireç ile karıştırılırdı. Çivit rengini bildiğim kadarıyla çivit otundan elde ediyorlar. Mavinin çok güzel bir tonu. Tulumbanın sağında solunda fesleğen saksıları vardı bahçemizde. Toprak saksılar güzel görünsün diye aynı şekilde saksıları maviye boyardı anneciğim. İnan bunları yazarken kendimi o evde ve bahçemizde hissediyorum. Şu ufacık beynime bunca güzellik nasıl sığar ve tinimi oralarda nasıl da dolaştırır bir türlü anlamış değilim. Neyse ne! Bu güzellikler değil midir beni bü günlere kadar getiren ve yaşamın dallarından tutunmasını öğreten?!.
İşte böyle bir evde çocukluğumun en güzel yıllarını geçirdim. Evimizin bahçesi iki dönüm kadar büyüktü. Bahçesinde çeşit çeşit yaz ve kış sebzeleri, ayvasından, narından, üzümünden meyveleri vardı ve insanın gözünü gönlünü hoş eden renk renk çiçeklerle mis gibi kokardı. Tulumbanın başındaki selviler, tarla sınırındaki kavak ağaçları ve daha birçok doğa güzellikleriyle donatılmış bahçemiz; gözlerimden içeri bir yerde resmedilmiş ve ben öylece halâ o güzellikleri yaşarım.
Şimdi düşünüyorum da biriktirdikleri parayla ancak bu toprak parçasını satın alabilen annemle babam, başlangıçta böylesi bir odacık yapabilmişti anlaşılan. Germencik’in kenar mahallesi Gündoğdu Sokağında olan evimiz Roman (çingene, kıpti) mahallesine çok yakındı. Babam, onlardan hiçbir zaman kendi lakaplarıyla bahsetmezdi. Onlara “hısımlarımız” derdi. Onlar da onu çok severlerdi. Babam, ara sıra onların kahvesine giderdi. Babamla birlikte gezmeye gittiğim için bazen bana dayanamaz, beni omuzlarının üstüne oturtur, onların kahvesine götürürdü.
Annemle birlikte el ele vermişler, benim doğumuma kadar bahçemizi cennetten bir köşeye çevirmişler. Benden altı yaş büyük olan ağabeyim doğmadan önce yapmışlar bu çit odayı. Rahmetli annem bahçe işlerinde oldukça becerikliydi ve ne biliyorsa bana da öğretiyordu. Bir başka yazımda bahçemizdeki sebzeleri ve onları nasıl yetiştirdiğimizi anlatmak istiyorum.
Böylesi cennetten bir köşe olan bahçemizin içine zar zor yapılabilmiş çit odadan unutamadığım bir sürü anılarım var. Unutamadıklarımdan birini yazmak ve paylaşmak istedim. Yazınca rahatlıyorum. Yazarken o günlere gidiyorum tinimle. Çocuklaşıyorum. Çocuklaştıkça gönlüme huzur doluyor. Bir de günümüz gençliğinin bu tür gerçek anıları okumalarını çok istiyorum. Kim bilir? Belki okuyanlar olur, ne dersin? Belki de sen yardımcı olursun okumalarına. Çağımız insanı çoluk çocuk, karınları tok ama gözleri bir türlü doymuyor gibi. Çılgınca üretimin çılgınca tüketicileri olmuş gibiler. Yanılıyor muyum?
Neyse, ben asıl konuya geleyim şimdi. Bu ÇİT EV’deki aşka. Gözü gönlü tok anne babanın birlikte hayatlarını nasıl güzelleştirdiklerini, Yaradan’ın emaneti evlatlarının yüreklerine güveni, sevgiyi nasıl ektiklerinin bir örneğini yazmaya çalışayım:
Güneş batınca, gaz lambası yakılır, akşam yemeği yenir ve erkenden yatardık. Biz derin uykuya dalınca gecenin orta yerinde annem ve babam ertesi gün satılacak un kurabiyelerini hazırlardı. Bilirsin, baklava şeklinde kesilen, pişince üzerine pudra şekeri dökülen kurabiyeler. O zamanlar evde fırın olmadığı için, kurabiyeleri erkenden bitirip, fırında pişirmeye götürürdü babam. Haliyle biz çocuklar uyanıyor, konuşmaları duyuyorduk. Gecenin sessizliğinde onların fısıldamaları bile çok net duyuluyordu. Duyduklarım beni etkiliyordu tabii. Zihnimde bugün de önemini kaybetmemiş konuşmalardan aklımda kalanlardan bazıları:
“Hatice’m, sen yoruldun, şimdi biraz da ben çevireyim makinenin kolunu. Sen kurabiyeleri kes, tepsilere yerleştir.”
“Yok, yok, yorulmadım. Sen kes, ben kolu çevirmeye devam edeyim.”
“Yoruldun sen, çok yoruldun.”
“Et çeker gibi değil, hamur çekmek daha kolay.”
“Tamam, yorulunca söyle ama, olur mu?”
«Gördün mü gülüm, hepsi bitti. Ezan okunur okunmaz pişirmeye götürürüm. Sen yat, dinlen biraz.»
Babam ve annem her gün gece yarısı kurabiyeleri böyle hazırlar, babam fırına taşır, pişme işi bitince eve getirirdi tepsileri. Pişmiş kurabiyelerle geri gelecek babamı dört gözle beklerdik. Kurabiyelerin o mis gibi kokusu burnumuzdan içeri girince ağzımız sulanır, mutlaka yemek isterdik. Zaten babam bize yedirmeden satışa çıkmazdı ki. İstediğimiz kadar yer, sonra babam onları camekâna yerleştirirdi. Babam; “Siz yerseniz bereketi artar yavrularım.” derdi. Çocukluk yıllarındaki alışkanlıklar kolay kolay terk edilmiyor. Ben bu yaşa geldim, bu alışkanlığım devam ediyor. Tatlıları mutlaka yemek öncesi yerim. Mecbur kalır da yemekten sonra yersem, rahatsız olurum.
Bizim ailede çocukluğumda kahvaltı sözcüğü yoktu. Babam satışa çıkmadan önce Tarhana çorbası içilirdi. Annemin odun ocağında pişirdiği tarhana çorbasının tadını hiç unutmadım. Çorbanın yanında mutlaka kızartma olurdu. Ev yoğurdu, kırma zeytin, odun ocağında saçta pişirilmiş bazlama hiç eksik olmazdı soframızdan. Hele yeşilliksiz oturulmazdı sofraya. Sofra hazırlamak deyince yemek masası, tabak, çatal, kaşık değil; sofra bezi, kasnak, tepsi, bahçeden toplanacak taze yeşillikler, tencerede bekleyen ev yoğurdunun tabağa konması, tabi bir de kaşıklar gelirdi akla.
Benim görevim bahçeden taze domates, biber, yeşillik toplamaktı. Ağabeyim birazcık paşaydı. Erkek olmanın avantajlarını yaşıyordu. Ha unutmadan demeliyim, sofrayı ben kurardım. Bilirsin, kocaman, masa örtüsü gibi sofra bezi yere serilir, üstüne kasnak, kasnağın da üstüne yuvarlak tepsi koyulurdu. Etrafına bağdaş kurarak oturur, sofra bezini dizlerimizin üstünü örtecek kadar çekerdik. Annem, tenceredeki çorbayı, kalaylanmış, derince bakır kabın içine döker, herkes kendi tabağına çorbasını doldururdu. Babam kendi tabağının içine bazlama doğrardı. Çala kaşık yerdik . Tarhana çorbası kaynarken içine atılan, kavrulmuş kuru acı biber tarhana çorbasının tadını tanımsız yapıyordu. Hele de annemin ocakta yaptığı bazlamadan ısırınca tadına doyum olmazdı. Bu tadı bilir misin acaba? Bak işte ağzım sulandı yine. Neyse, ben o tadı sözcüklere sığdıramam. Artık ne çorba ne de bazlama hayatımda yok gibi, olsa da nerde o tadlar? İlk çocukluk yıllarımın unutulmaz, eşine rastlamadığım tadları… Çocukluk ve o yıllarda yaşanmışlıklar unutulmuyor. Sevgiyi yüreklerinde ve eylemlerinde yaşayan anne ve babanız da olmuşsa eğer, ömür boyu içtiğiniz bir kaynak suyu gibi oluyor çocukluğunuz ve anılarınız. Her zaman tatlı dilli olan babam, sofraya bismillah ile oturur, yemeğe başlarken “Ellerine sağlık Hatice’m.” Yeme işi bitince; ” Allah bereket versin. Doydunuz mu yavrularım? ” derdi.
Tabi kuşluk vakti içilen bu çorbadan sonra babamın satışa çıkma vakti gelirdi. Böylesi güzel sözlü, tatlı dilli kaç baba vardır bilemem. Anneciğim gibi eşine yardımcı olan kaç anne vardır onu da bilemem. Bildiğim tek şey var o da sevginin en katmerlisinin çocukken yüreklerimize işlendiği gerçeğidir.
Babam, Kurtuluş Savaşı’nda annesiyle birlikte Yunan’ın zulmüne uğramış bir genç olduğu için bizim evde Atatürk çok konuşulurdu. Okula gitmeden Atatürk sevdası nedir öğrenerek büyüdüm. Küçücüktüm, ama babam, “Benim kızım okuyacak, bilgili olacak, Gazi Mustafa Kemal’in dediği gibi.” derdi ve başlardı Yunan’ın yaptıklarını anlatmaya. Şiirler okurdu bize. Benim şiire olan sevdamın kaynağı babam diyebilirim. Annem Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde dünyaya gelmiş. Okul çağında iken annesi ölmüş. Kendisinden küçük kardeşlerine bakmak zorunda kalmış. Dedemin onu evin kapısının arkasına sakladığını, devlet görevlilerine “Benim sadece bu üç çocuğum var. Okula gönderecek çocuğum yok.” dediğini anlatır, ara sıra babasına kızardı. Kız çocuğunun okumasının ne denli önemli olduğunu ben öğretmen olduğumda daha da iyi kavrayan anneciğim, son zamanlar okuma yazma bilmediği için çok ama çok üzülürdü.
Aklıma geldikçe üzülürüm. Beynimin derinlerine kazınmış bu güzelliklerden bir tek resim yok diye kahırlanırım. Bırak renkli resmi, siyah beyaz bir tek fotoğraf bile yok o yıllardan. Kurtuluş Savaşı sonrası nice zorluklar, yokluklar ve acılara rağmen hayata tutunmuş bir neslin evlatlarından biriyim. Ne mutlu bana ki, beni büyüten anam, babam vatanı hesapsız, karşılıksız sevdiler ve sevdirdiler. En önemlisi ama, insan olmanın erdemini yüreğimize işlediler. Alın terinin ne olduğunu örnek davranışlarıyla zihinlerimize kazıdılar. Gözü gönlü tok insan olmamızda örnek oldular. Şükürler olsun.
Ressam değilim, çizemem. Zengin değilim ki o yılların bahçelerini, gözü gönlü tok ana babalarını, komşularını, arkadaşlıklarını, evlerini; ben anlatayım ve bir ressam çizsin, boyasın… En azından o çit evimizden bir fotoğraf olsaydı da yavrularıma, şimdiki gençliğe gösterebilseydim, ne iyi olurdu.
Şükran hanım o kadar güzel tasvir etmişsiniz ki, okurken sanki o hayatın içinde yaşamış gibi hayal edip, ruhumla hissederek okudum. O anları bizlere canlı canlı yaşattığıniz için teşekkür ediyorum.
Sevgili Ayşe’m, gönül gözü ile okumak kanımca işte bu. Çok ama çok sevindim. Asıl ben teşekkür etmeliyim sizlere. Okuyan gözleriniz ve yorumlayan yüreğiniz var olsun.Sonsuz teşekkürler canım benim.