En çirkin saldırı kirli siyasete meydan açmak adına yapılanıdır.
Bu tür suçlamaların kısa vadede bazı siyasi faydalar sağladığı görülmüş olsa da, uzun vadede, açtığı yaralar kolay kapanır değildir.,
Bu suçlamalar, ülkede kurulmak istenen huzur ve güven ortamına her dönemde zarar verir. “Resmi Tarih” suçlaması üzerinden kurgulanan gerçek dışı beyanlar cehaletten çok artniyetin eseridir. Artniyet ihanetin ilk adımıdır. Hile, desise, yalan, kumpas peşisıra gelir.
Ülkemizde bu saldırılardan en çok nasibini alanların başında Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gelir. Oysa, dünya tarihi bu iki kahramanın ve onların silah arkadaşlarının verdiği Kurtuluş Savaşı’nın hakkını teslim etmiş, onların kurduğu bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımak zorunda kalmışlardır.
Üstelik silinmiş bir imparatorluğun küllerinden doğan bu genç cumhuriyet dünyada mazlum halklara da hem örnek hem de ibret olmuştur.
Onlar, hazır buldukları koltuklara kurulup, “kefenimizi giydik de geldik” teraneleriyle meydanlarda sahte kahraman edalarıyla, “iki ayyaş” çığlıklarıyla oy avcılığına çıkanlardan olmak yerine, kefensiz toprağa düşen asker olmak adına cepheden cepheye koşanlardan olmayı seçmişlerdi.
Tarihi çarpıtmak yerine, bizzat tarihi yaratan ve yazanlar olmayı seçtiler onlar..
Meclisin bir kapısına Mustafa Kemal’i, diğer kapısına İsmet Paşa’yı asacağını ilan eden hem içerdeki hainlerle, hem de yedi düvelin desteğini almış dış düşmanlarla mücadele ederken onların aklında ne hangi makam ve mevkiden, hangi çıkarı sağlayacaklarının telaşı vardı, ne de hangi bölgeden hangi rantı elde ederiz hırsı vardı… Onların aklında sadece bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni nasıl kurarız, hainlerden ve düşmanlardan ülkeyi nasıl kurtarırız kaygısı vardı.
Yola çıkarken haklarında verilen idam fermanını şeref nişanesi olarak ömürleri boyunca onurla taşımakla kalmadılar, bu nişaneyi Büyük Türk Ulusu’na miras bırakarak, ihanete varan tüm çarpıtmalara rağmen tarihe maloldular.
Öylesine önemli bir kurtuluş ve kuruluşu “resmi tarih” suçlaması ile kurucuları üzerinden lekelemeye çalışmak ayıbın ötesinde şeref ve haysiyet cellatlığıdır. Böyle bir kirletmenin siyasete katacağı, cellatlığın affedilir tarafı olabilir mi?
Onlar, oturdukları yerden, sabahtan öğleye “Şam Emevi Camii’nde Cuma Namazı’na yetişme hayalleri kurarak kahraman olmaya kalkmadılar. Onlar, ucu kurtuluşa çıkmayan savaşları cinayet bildiler. Onların tek ilkesi vardı: “Yurtta barış, cihanda barış…” Zira onlar savaşların en acı çığlıklarını cephelerde bizzat yaşayarak görerek öğrendikleri için, ikide bir dünyanın dört bir yanına meydan okumaya kalkmadılar. Zira onlar biliyorlardı ki; bu meydan okumaların bedelini ülkeler ağır öderler.Hiç değilse 2. Dünya savaşının ihtiraslı meydan okumalarının yüzmilyonlarca cana malolduğu bilineydi bari!..
*
Büyük komutan ve siyaset adamı Atatürk, olayların gelişimine bakarak, büyük bir öngörüyle, kanlı ve büyük acılara gebe 2. Dnya Savaşı’nın gelişini seziyor ve hasta yatağından kalkamaz halde yakalanmaktan çok korkuyordu. Zira biliyordu ki; savaşı halklar çıkarmaz, ihtiras ve egolarına tutsak liderler sürükler. Dünya tam da o ihtiraslarının tutsağındaki liderlerin hakimiyetindeydi. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Rusya’da Stalin ve Japonya da General Tojo…
Özellikle de Hitler ve Mussolini’nin Avrupa’da varlığı ve yarattıkları hava faşizmin ve yayılmacılığın korkunç işaretleriydi.
Her ne kadar Atatürk 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcını göremediyse de, onun en yakın silah arkadaşı, İsmet Paşa, tam da kucağında buldu o günün Türkiyesini…
İşte bu nedenle, Tam da bu dönemde olduğu gibi, at, it, öküz, katır, tilki, kurt ve bilcümle mahlukatın izlerinin birbirine karıştığı ülkeler ortamında, İsmet Paşa, “sizleri aç bıraktım ama, babasız bırakmadım” dedirten bir siyaset izlemeyi tercih etmiş ve ülkeyi savaştan uzak tutmasını bilmiştir.
Hiçbir vaade kapılmadan ve tehdide boyun eğmeden yürüttüğü bu politika ile o, büyük ve saygın devlet adamları sınıfında yer almıştır.
İsmet Paşa, oldukça karanlık, çapraşık, ve yakın geleceğin nelere gebe olduğu bilinmeyen, coğrafi, siyasi, ekonomik dünya şartları içinde Devlet Başkanlığı görevini üstlenmişti. Öyle bir görev ve sorumluluktu ki üstlenilen, yakın geleceğin fırtınaları, yıkıntı, acı, kan va çöküntüleri içinde yapılacak en küçük hata, yalnız o hatayı yapan devlet adamının yerini, şanını ve şerefini değil, temsil ettiği ülkenin varlığını, geleceğini de tehlikeye atabilrdi. Hatta o ülke, tarih sahnesinden silinir giderdi… Yani en kestirme deyişle, sözkonusu olan İsmet Paşa’nın elinde tuttuğu, sadece kendi kaderi ve geleceği değil, ülkenin kaderi ve geleceğiydi.
Bu tarihsel değerlendirmeleri akıl ve vicdan muhasebesinden geçirmeden, bu gerçekleri bilerek göz ardı etmenin adı kirli siyaset değilse, nedir kirli siyaset?…
Vicdanı ve aklı dışlayarak elde edilecek oy zaferi ülkeye ne kazandırır, yalanın hakimiyetinden öte.
Konumuza gelecek yazımızda da devam edelim… Edelim ki, siyaset bezirganlarının çatlayan ar darlarının tazelenmesini beklemesek de, sözlerimize kulak verecek birkaç izanlı yurttaş bulacağımız umudumuzu hiç kaybetmedik.