Bir hafta kadar önce sıcak başlayan İran ziyareti sırasında Türkiye’nin İran’dan yaptığı petrol alımının bir kısmını Batının denetimindeki Libya’dan yapacağını açıklaması herkeste soğuk duş etkisi yaratmıştı. Ardından gelişen olaylar ve İran’ın nükleer konusundaki müzakereler için Türkiye’yi by-pass etmesi Türkiye ile İran’ı neredeyse savaşın eşiğine getirmiş durumda.
Herkes bu ani gelişme karşısında sorar oldu; Daha dün kardeştik, hevesle heyecanla ziyaretine gittiğimiz İran ile ne oldu da bir anda savaş lafları edilir oldu?
Maşallah Dediğimiz Üç Gün Yaşamıyor
Dünkü kardeş ülkelerin hepsinin sonu hüsran olunca insanlar merak eder oldu. Hatta istihza ile “Maşallah dediğimiz üç gün yaşamıyor” diyenler bile var. Malum geçen yıl Kaddafi’nin elinden ödül aldık bir ay geçmeden namlumuzda Kaddafi vardı. Son yıllarda Esat ile kardeş olduk, kabineleri ortak yapar olduk, neredeyse evi eve katıyorduk ki bir baktık düşman olmuşuz, O da can çekişiyor şu sıralar malum. İsrail ile her gerilişimizde bıyık altından gülümseyip göz kırptığımız İran’la da şimdi kötü olduk.
Bütün bunlar nereden mi aklımıza geldi? Hani ilgili devlet erkânı bugün Çin’de ya, acaba Çin de öncekilerle aynı akıbete uğrar mı düşüncesindeyiz. Hatta “Çok şükür sonunda Çin de hapı yuttu” diye sevinci dışarıya taşanlarımız bile var.
Neler Oluyor?
Akdeniz İsyanları daha ilk başladığı gün ısrarla “Batı, 1950’lerdeki Sovyet kuşatmasının bir benzerini şu an Çin’e karşı uyguluyor, hedefteki asıl ülke Çin’dir. Küçük ülkeler üzerinden Çin’i hedef alan büyük oyun oynanıyor, hatta bu küçük ülkelerdeki isyancılar üzerinden yaratılacak isyancı meşruiyeti gelecekte Çin’in parçalanmasında kullanılacaktır.” demiştim ve hala da iddialarımın arkasındayım. Malum iyi bakarsak Tunus’ta başlayan yangın şu an Suriye’yi yakarken İran’a da sıçradı sıçrayacak. Bu konuyu daha önce defalarca ele aldığım için uzatmadan Batı’nın Çin’den beklediğine bakmak ve Türkiye’nin Çin ile yaptığı bu temasın manasını çözümlemek istiyorum.
Öteden beri İran, bugün de Suriye konusunda Batının elini kolunu bağlayan üç büyük ülke var. Bunlar Almanya, Rusya ve Çin’dir. Almanya bir Batı ülkesi olarak her iki tarafla da ilişkilerini sağlam tutmasına karşın ağır ağır ABD hegemonyasına karşı yükselen bir gücü temsil ediyor. Rusya her ne kadar enerji tekeli ile adından söz ettirse bile Moskova sokaklarındaki birkaç gösteri bile Putin’in ABD’ye askeri üs vermesine yetti. Yani henüz öyle küresel bir güç olmanın çok ötesindedir. Geriye bir Çin kalıyor.
Batı son zamanlarda Çin’i ikna etmek için çeşitli yollar deniyor. Özellikle Çin’in enerji ihtiyacı konusunda Çin’e alternatifler gösteriliyor. Diğer yandan Çin de henüz zayıf askeri yeteneklerini riske atabilecek askeri bir tehdit ile doğrudan karşılaşmak da istemez elbette ki. Bu sebeple ekonomik açıdan iyice iç içe geçtiği Batı ile iyi geçinen yükselen güç imajını korumak istemesi en mantıklısıdır.
Havuç mu Sopa mı?
Batı açık bir şekilde Çin’in İran’a verdiği desteği kesmesini deyim yerindeyse İran üzerindeki elini çekmesini istemektedir. Bizim bugünkü Çin ziyaretimizin arasına sıkıştırdığımız Doğu Türkistan ziyareti bu ziyaretin aslında en önemli kısmı. Kim ne derse desin Türkiye bugün Çin’e elinde havuç abasının altında sopayla gitti.
Yetkililerin Bond çantalarına sıkıştırılmış tomarla evrak Çin ile olası işbirliği proformaları olarak bu ziyaretin havucunu oluştururken “olağan şüpheli” Doğu Türkistan ziyareti ve orada serdedilen “Yanınızdayız” mesajı da bu ziyaretin aba altında gösterilen sopasıdır. Ayrıca ziyarete Urumçi’den başlanmasının birçok özel anlamı da vardır. Kim ne anlarsa anlar artık. Ama Çin de anlaması gerekeni anlayacak zekâya sahip bir ülkedir. Ne de olsa koca Çin Sarayı orası… Bizim aklımızdan geçenden çok daha fazlasına akıl yürütecek bir tarihi birikime sahiptir dünyanın bu en büyük sarayı.
Çin yapılan blöfü de resti de iyi görebilen bir ülke. Nihayetinde yükselen bir ülkeden daha fazlasına karşılık geliyor Çin. O yüzden yükselen ülke değil yükselen güç olarak tanımlanıyor. Hatta askeri temelli Amerikan gücünün diğer güç ölçütleri bakımından dengi anlamında “yumuşak güç” olarak anılıyor.
Ne Çin’in bu baskılara uzun süre direnme gücü ve niyeti vardır ne de Amerika’nın Çin’i açık bir şekilde kışkırtma niyeti vardır. ABD, mümkün olduğunca Çin’in kapitalist sisteme entegrasyonundan yanadır. Çünkü böylesi bir entegrasyonun gelişmesi kaçınılmaz bir şekilde kapitalizmin Anglo-Sakson dokusunu korurken Çin’i de açık bir tehdit olmaktan çıkaracaktır.
Karşılıklı Bağımlılık Konsepti
Batı’nın küresel sistemin devamı için 1945 sonrası geliştirdiği temel kavram, karşılıklı bağımlılık ilişkisidir. Buna göre hiçbir devlet tek başına bağımsız olarak görülmemekte, ülkelerin iç içe geçmiş çıkarları onları birbiri ile bağımlı hale getirirken çıkar çatışmalarını minimuma indirmektedir. Şimdi ABD aynı bağımlılık ilişkisini açık bir şekilde Çin’den de istemektedir. Zaten Çin’in dış ticaret fazlasıyla biriktirdiği rezervlerini ABD tahvillerinde değerlendirmesi zımnen de olsa bu karşılıklı bağımlılığın epeydir “uç vermeye başladığını” göstermektedir.
Şu an sürmekte olan küresel ekonomik krizin şoklarını azaltan temel finans kaynaklarından birisinin Çin’in ihracat fazlasıyla oluşan rezervleri olduğunu düşünürsek sandığımızdan fazlası bile gerçekleşmiş demektir. Öte yandan Çin’in üretimini devam ettirebilmesinin ana koşulunun Batı ile olan sağlıklı ilişkileri olduğu düşünülünce Çin’in İran konusunda sürpriz adımlar atması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Doğu Türkistan
Bir diğer konu ise yukarıda ima ettiğimiz Doğu Türkistan konusu Çin için sancılı bir konudur. Tibet de aynı şekildedir. İki yıl önce Doğu Türkistan’da Rabia Kadir aracılığıyla bir deneme yapıldı ve buranın ABD açısından münbit topraklar olduğu kanaati oluşmuş durumdadır. Akdeniz İsyanları sırasında isyancılara atfedilen isyan hakkı uluslar arası sistemde iyice kabul görünce burada tekrar perde neden açılmasın ki? Çin bu tehdidin açık bir şekilde önünde durduğunu gayet iyi biliyor. Tibet’te de ufak ufak kıpırdanmalarla Çin’e arka bahçesinin pek de tekin olmadığı sık sık hatırlatılıyor.
Bütün bunları düşününce Çin’in geri adım atması için pek çok sebep var. Buna karşın Çin’i tahrik etmektense ikna etmek en akılcı yol olarak görülüyor. ABD’nin bu konuda oldukça da başarılı olduğu açık. Petrol sevkiyatında zaten tamamen ABD askeri denetimine tabi olan Çin’e alternatif enerji tedarik imkanları sunulunca Çin’in İran konusundaki ısrarı gevşeyecektir. Hatta geçtiğimiz Mart ayında Çin’in İran’dan alınacak petrolü azaltma kararını bu çerçevede değerlendirmek yerinde olacaktır.
Kısacası, ihtiyaçları konusunda eli rahatlayan Çin’in İran sevdasıyla postu deldirmeyi göze alacağını sanmıyorum…
İran-Çin-ABD denklemi açık bir şekilde bu argümanlar üzerinde yürürken bizim bu ilişkiyi sağlamadaki rolümüz nedir sorusu akla gelecektir. Türkiye, Yeni Osmanlı olarak çıktığı yeni diplomasi serüveninde son yıllarda önemli ölçüde ABD’nin sözcüsü ülke gibi bir algı yaratmaktadır. Akdeniz İsyanları sırasında hepimizin ABD’nin söyleyeceği sözler diye düşündüğümüz sözleri hep Türkiye söyledi. Hem de herkesten önce.
Türkiye’nin bu rolü birçok kişi tarafından “koçbaşı, elçibaşı” gibi adlarla isimlendirse de Türkiye’nin Çin’e açık bir teklifle gittiği açık. Bu da “Bir koltuğumun altında işbirliği dosyaları diğer koltuğumun altında Çin’in başını ağrıtacak dosyalar var” şeklinde özetlenebilir. Kısacası Türkiye Çin’i hem kendi adına hem Batı adına kavgaya değil işbirliğine çağırıyor.
Kimi yorumcuların Türkiye’nin bu girişimini smart power olarak adlandırdığını görmekteyiz. Ancak bu değerlendirmenin ayakları yere basmamaktadır. Henüz Ankara’yı bile hakkıyla yönetmeyi beceremeyen Türkiye’nin tarihin en eski saraylarından olan Çin Sarayı’na yaptığı bu ziyaret olsa olsa “Savaşma Seviş” ziyaretidir. Umarız her iki tarafa da hayırlı olur.
09.04.2012
https://twitter.com/#!/hdag77