O zamanlar köyümüzdeki birkaç radyodan biri de bizdeydi. Zamanın aklı ahşap gövdesinde saklı olan büyük radyonun düğmeleri de fildişindendi. Bütün haşmetiyle konuk odasının başköşesinde dururdu. Üstelik öyle herkes istediği zaman açıp kapatamazdı.
Sabahları TRT radyosunun ding dang sesiyle başlayan yayını, önce kısa haberler ardından da türkülerle devam ederdi. Ajans dinlendikten sonra radyonun fildişi düğmesi tık diye kapatılırdı. Ardından herkes işine koyulurdu. Asumanın mihrabından inen güneş, yerini siyah tül gibi yeryüzünü saran akşama bıraktığı vakitte ailece sofraya otururduk. Nasır tutmuş ellerin uzandığı ekmeğe radyodan gelen yayınlar eşlik ederdi.
Kıbrıs çıkarmasının yapıldığı yaz, on bir yaşındaydım. Yeşeren çayırların biçin zamanı gelmesine rağmen herkeste hüzün ve endişe vardı. Oysa çayır bicini bizim oralarda sevinç ve mutluluk içinde yapılırdı. Irgatların sıraya dizilerek salladıkları tırpan sesine türküleri eşlik ederdi. Ama o yaz suskundu herkes.
İkindi vaktinde çayırlardan dönenler, ajans saatine yetişmek için alelacele ellerini yüzlerini yıkar bize gelirlerdi. Birkaç demlikte demlediğimiz çayları gelenlere ikram ederdik. Ben de babamın yanına oturur, konuşulanları dinlerdim. Çayın odaya yayılan kokusu hoşuma giderdi. Gözlerini radyoya dikmiş amcaların, kıtlama şekerle çaylarını höpürdeterek içmeleri bugün gibi aklımda.
O yaz evimizde dinlenen ajansların bazen insanları ağlattığına bazen heyecanlandırıp şahlandırdığına şahit olmuştum. Konuşulanları ve yayınlanan haberleri ben de takip eder olmuştum. Hele de lüks lamba altında şehitlerin adı okununca gözyaşlarını saklayanları görünce o çocuk aklımla içim yanardı. Çıkar bir kuytuda ben de ağlardım.
Sanki köyümüzün üstüne yas elenmişti. Kimse gülmüyordu. Kimse düğün sünnet yapmıyordu. Hatta radyodan müzik bile dinlemiyorduk. “Askerlerimiz savaşırken gülüp eğlenmek olmaz.” diyorlardı. Güneş altında çalışan insanların yanık bedenleri akşam olunca bitkin düşse de, yüreklerindeki vatan sevgisi onları geç saatlere kadar radyo başında tutuyordu. Sanki her biri savaşa hazır asker gibi radyodan gelecek emri bekliyordu.
Biz çocuklar da kendi aramızda sakız çiğnemeyi, top oynamayı yasaklamıştık. “Asker ağabeylerimiz bizim için savaşıyor. Biz nasıl oyun oynarız? Olmaz.” diyorduk. Ancak savaş oyunu oynayabiliyorduk. Kendi aklımızca savaşı konuşarak hikâyeler uydururduk.
Babamın; “Misafirimiz var bir şeyler hazırlayın.” sözüyle yemekler hazırlanmış, sofra kurulmuştu. Boğazımızdan huzurla geçmeyen her lokmada Kıbrıs konuşuluyordu. Şehitlerimize gözyaşı dökülürken, savaşan askerlerimizde dualar ediliyordu.
Henüz misafirler yemeğini bitirmemişti ki, Mikail Dede’ nin gelişiyle herkes yerinden kalkmıştı. Önce elini öpmüş, sonrada sofraya buyur etmişlerdi. Evin küçüğü olarak bana ayak işleri düşüyordu. “Su getir kızım, boş tabağı götür kızım, ekmek getir kızım.” Sözler arasında konuşulanları dinleme şansım oluyordu.
O zamanlar komşu köyün en yaşlısıydı Mikail Dede. Herkes sever sayardı. Orta boylu, buğday tenli, beyaz sakallı, biraz kilolu, başından çıkarmadığı siyah takkesi, bastonu, köstekli saati ile tonton bir adamdı. Ne zaman bize gelse bütün çocukları başına toplar hikâyeler, masallar anlatırdı. Biz çocuklarda onun gelişine sevinir, anlattıklarıyla mutlu olurduk.
Sofrada başköşeye oturtulan Mikail Dede afiyetle yemeğini yerken bir yandan da muhabbet ediyordu.
Yemek faslı bitip herkes işine dönünce, Mikail Dede kapı önüne bir sandalye koydurup oturdu. Elindeki bastonuna dayanarak; “Çocuklar hepiniz toplanın buraya. Size çok önemli bir şey anlatacağım.” dedi. Biz de önüne dizilerek yere oturduk. Gözümüz Mikail Dede’ nin dudaklarına kilitlenmiş merakla anlatacaklarını bekliyorduk.
Çıkarmanın üçüncü günüydü, havanın sıcaklığı nefes aldırmıyordu…
“Çocuklar Kıbrıs çıkarmasını biliyorsunuz değil mi?” hepimiz bir ağızdan; “Evet dede biliyoruz.” diye bağırdık. “Şimdi beni dinleyin. Bakın size ne anlatacağım. Buraya gelirken çermiğin deresinde yoruldum, elimi yüzümü yıkadıktan sonra taşın başına oturdum. Biraz soluklanayım dedim. Ne de olsa iyice yaşlandım çabuk yoruluyorum. Derenin kenarındaki çiçekleri, çimenleri, köpük köpük akan suyu seyrederken bir gürültü duydum. At kişnemeleri, nal sesleri bir birine karışmıştı.” dedikten sonra bastonunu dizine dayadı. Kafasındaki siyah takkesini çıkardı. Arka cebinden çıkardığı katlı beyaz mendiliyle saçsız başını sildi. Takkesini tekrar kafasına taktıktan sonra bastonunu da eline aldı. Küçülmüş gözleriyle bir müddet uzaklara baktı. Bize oturduğumuz yerden gözlerimizi dikmiş merakla anlatacaklarını bekliyorduk. Bakışlarını bize çevirerek anlatmaya devam etti. “Biraz kulak kabarttım. Sesler dere boğazından geliyordu.
Ayağa kalkarak boğaza taraf döndüm. Bir de ne göreyim? Önde yakışıklımı yakışıklı, güzel mi güzel, kaytan bıyıklı, kara kalpaklı bir kumandan, arkasında da çok sayıda bir birinden yiğit asker atın üstünde geliyor. Hemen bir iki adım geri çekilerek yol verdim. Kumandan bir eliyle yuları tutmuş bir eliyle de bana asker selamı vererek; ‘Dede git çocuklara söyle korkmasınlar. Küffar zulmetse de muvaffak olamayacak.’ deyince oğul sen kimsin dedim. ‘Biz cihan harbi Kafkas cephesi şehitleriyiz. Kıbrıs’taki askerlerimize yardıma gidiyoruz. Korkmayın sizin yiğit gazileriniz olacak.’ dediğinde gözlerimin yaşı sel oldu aktı. Ben gözlerimi silerken onlar at üstünde yıldırım gibi gidiyorlardı. Bir müddet arkalarından baktım, sonra gözden kayboldular. Kendimi toparlayarak derede abdest aldım. Gözyaşları içinde arkalarından namaz kılıp dua ettikten sonra hemen buraya geldim çocuklar. Geldim ki kumandanın dediklerini size anlatayım.”
Mikail Dedenin anlattıkları karşısında hepimiz çocuk yüreğimizle coşarak Kıbrıs savaşı oyunu oynamaya başlamıştık. Günlerce süren savaş oyunumuz Kıbrıs’taki başarımızla son bulmuştu.
Aradan geçen yıllar o anı unutturamadı bana. Ne zaman; “Askerimiz şehit oldu.” dense buruk bir hissiyatla; “Sonsuzluk ordumuza bir nefer daha katıldı.” derim içimden