1976 yılının ilkbaharıydı. On bir yaşındaydım. Beni evlat edinen ailemle birlikte Bursa’nın eski otogarında otobüsten indiğimde köhne bir yerle karşılaştım. ‘Anne’ diyeceğim kadınla birlikte merdivenlerinden indiğimde, dükkânların birçoğunda çeşit çeşit işlemeli havlular kapı önlerindeki yerlerini almıştı. Kiminde de kestane ve pişmaniye kutuları. Çeşit çeşit havluların raflarında dizili olduğu dükkânlardan birine girmiştik. Aldığımız havlunun üstündeki “Anneme Sevgiler” yazısını görünce, gözyaşlarım tutamadım. Ah Annem! Müteahhit Babamın bütün mal varlığını kaybettikten sonra ani bir kalp krizi ile ölmesinin ardından, babamın anneme hemen hemen her akşam getirdiği o tek güllerden birisi, annemin sıkılmış avucundaydı. Annem kurumaya yüz tutmuş güle bakıp bakıp ağlıyordu. Hiçbir şey yemediği için bir deri bir kemik kalmıştı. Bu arada biliyorsun, çok kardeştik. Artık bizlere bakacak durumu yoktu, ne annemin ne de akrabalarımın. Zaten annemi hastaneye de kaldırmışlardı. Yanında bir tek dayım vardı. Her birimiz çil yavrusu gibi dağılmıştık başka başka ailelere…
Beni evlatlık edinenler öğretmen ve çok iyi insanlardı. Onlar da sırf benim için şehir değiştirmişlerdi. Eşyalarımız Ertuğrulgazi adlı semte kamyonla önceden gönderilmişti. Baba demeye bir türlü alışamadığım Kenan Amcam, elimden tutarak otogarın karşısına geçirmişti. Burnuma öylesine farlı bir koku geliyordu ki, açlığım iyice depreşmişti. İçime içime çekiyordum. Kenan Amcamla restorana girdiğimizde daha önce hiç görmediğim bir tabakta, öylesine lezzetli bir et yedim ki, anlatamam. Adına ‘İskender Kebap’ diyorlarmış ve buranın da en meşhur yemeği imiş. Uzunca kesilmiş etler tabağın en altındaki pideleri gizliyordu. Üzerindeki tereyağın tadı da bir başkaydı. Yanına konulan pişmiş domates, biber ve kaymaklı yoğurt ise bir başka güzellik katmıştı tabağa. Doğrusu tadı damağımda kalmıştı. Yemeği iştahla yerken aklıma küçükken karşımda Mehmet’le birlikte yediğiniz elma şekeri geldi. Siz yerken çok imrenmiştim o an. İstememe rağmen vermemiştiniz. Öyle iştahlı yiyordunuz ki, ağzımın suları akmıştı. Elma şekerlerinin bitmesini bekledim. Yere attığınızda hemen alıp, nasıl bir tadı var, diye kalan şekerleri kemirecektim ama nerdeee… O ne yemekmiş öyle! Yere attığınız saplarda bir parça bile kalmamıştı. Çok üzülmüştüm. Eve geldiğimde annemden istedim. “Ben sana alırım oğlum” dese de, unutup gitmişti. Tadının nasıl olduğunu kafama takmıştım. Uzun bir süre para biriktirdim. Mutlaka alacaktım. Kumbaramdaki bozuk paraları bütünlemek için cebime doldurduğumda heyecandan ayakta duramıyordum. . Bir rüzgâr çıksa, cebimdeki bozuk paraların ağırlığından beni savuramayacaktı. Şaka bir yana dolmuşa paralarımla binmiştim. Dolmuş trafik ışıklarında durduğunda bir baktım pastanenin vitrininde bir sürü elma şekeri. Dolmuşu durdurup, indim. Pastaneye bir koşuşum vardı, anlatamam! Pastaneci koca tepsiyi önüme koydu. Bir tanesini uzattı. “Hepsini verin” dedim. Cebimdeki bütün parayı tezgâhın üstüne şangur şungur bıraktım. Elma şekerinin birini ısırıp bırakıyor diğerini alıyordum. Ancak bir türlü hayalimdeki o tadı bulamamıştım. Boynum bükük elma şekerlerini öylece bırakıp, oradan koşarak uzaklaşmıştım. Sanırım bunları anlatınca, elma şekerini vermediğine üzülmüşsündür, değil mi arkadaşım?
Yeni evimize geldiğimizde karşımda kocaman bir dağ vardı. Babama sordum. Adının Uludağ olduğunu söyledi. Yalnız o bulutlar neydi öyle! Dağdan daha aşağıdalardı. Gördüğüm manzara, bir ressamın elinden çıkmış tablo gibiydi. Yokuş yukarı çıktıkça serinliyorduk. Oturduğumuz ev iki katlıydı. Bahçesinde kiraz, elma ve yemiş ağaçları vardı. Yemiş ağacının meyveleri benim gibi körpeydi. Kenan Babamla birlikte onları suluyor, bakımını yapıyorduk. Gün geldi, o yemişler yavaş yavaş siyahlaşmaya başladı ve en, sonunda olgunlaşmıştı. Babam sepete doldurup getirdiğinde karşımda yiyişini gördükten sonra nedense o siyah incirleri yemek istememiştim. Lezzeti bal gibiydi ve Bursa’nın, şeftali ve çilekten sonra en önemli meyvesiymiş. Hatta babamla yakın köyleri gezdiğimizde, bahçelerinde öylesine yemiş ağaçları vardı ki, dallarından yerlere düşüyordu meyveleri…
Bir pazar günüydü. Annem piknik için tüm malzemeleri hazırlamıştı. Yola çıktığımızda nereye gideceğimizi söylememişti. Sorduğumda hep, “Sürpriz” diyordu. Atatürk Stadyumu’nun önündeki caddeden geçerken çevremizdeki çınar ağaçları yola farklı bir güzellik katmıştı. Daha sonra öğrendiğim Bursa’da yedi yüzü aşkın koruma altına alınan çınar ağacı varmış. Hacivat- Karagöz Anıtını geçip, Bursa’nın meşhur hamamlarının bulunduğu yerden yukarı doğru bir yola girdiğimizde “Uludağ” tabelasını görünce, nereye gittiğimizi anlamıştım. Çevremizde artık evler görünmüyor, her taraf yeşilin farklı tonlarıyla sergilendiği büyüleyici bir ormandı. ‘İnkaya Çınarı’ levhasını gösteren yola saptığımızda insanların devasa bir çınarın altındaki çay bahçesinde oturduklarını gördüm. Oldukça kalabalıktı. Tarihi Çınar’ın tabelasını okudum. Yaşı Osmanlı dönemine kadar uzanıyordu. Altı yüz yılından yaşlıydı. Çapı üç, boyu ise otuz beş metreymiş. Benim gibi kaç çocuk el ele tutuşsa çevresini kucaklayabilirdi acaba? Bilemiyorum. Tarihi Çınar’ın hemen yanından akan suyun sesi insanı dinlendiriyordu. Ah! Keşke annem de görebilseydi buraları.
Çevreme baktım, çiçek tarlası gibiydi. Daha sonra öğrendim ki, Uludağ’ın eteklerinde yedi yüz doksan çeşit çiçek türü varmış. Bunlardan otuz çeşidi yalnızca burada yetişiyormuş. Otuzu aşkın çeşidin soğanları bir başka yere götürülse bile yaşamazlarmış. İçinde ayı, kurt, çakal, tilki, karaca, geyik ve daha birçok hayvanın korunduğu Mili Park’ın içinden geçip zirveye geldiğimizde hava öylesine serindi ki, bagajdaki montlarımızı giymek zorunda kaldık. Burada kış aylarında kayak yapılıyormuş ama biz göremedik. Mevsimi değilmiş. Sakin bir yerde piknik yaptıktan sonra dönüşte aracımız bir sağ yapıyordu bir sol… Yollar kıvrım kıvrımdı. Bursa’yı tepeden seyretmek için bir çay bahçesine uğradık. Geldiğim yıllarda ovası alabildiğine uçsuz bucaksızdı. Bahçelerinde şeftali mi dersin, çilek mi, yemiş mi, aklına hangi meyve gelirse yetişirdi.
Ah arkadaşım! İşte o yeşil ova artık yok oldu. Her taraf biçimsiz evlerle doldu. Kimisi üçgen, kimisi dikdörtgen, kimisi de kat kat! Şehre küçük adımlarımı attığım otogarın bulunduğu yere yakın öylesine yüksek ve ucube binalar diktiler ki, o muhteşem Uludağ’ın manzarasını görebilmek artık mümkün değil! Oysa ki bu şehir Osmanlı’nın da başkentiydi bir zamanlar. Eski evleri ve tarihi güzelliği ile korunmuş olsaydı, tıpkı Roma şehirleri gibi turist akınına uğrayabilirdi.
Değerli arkadaşım, Bursa’yı anlatabilmek bir kitaba sığmaz ama sana her yazdığım mektupta gözlerinin önünde yeni bir Bursa canlandıracağım. Şimdilik hoşça kal…
Ertuğrul Erdoğan
Şubat 2019