Acısı derin olan insanın, bakışı hüzünlü, gülüşü çok güzel olur…
Ben artık nezâketi tavırlarına yansıtan insanlarla yaşamak istiyorum, özür dilemenin eziklik olduğunu sanan bu zamanın insanlarıyla değil.
Bana bir cümle söylediğinde, konuşmanın onuncu cümlesini okuyorum. Bu, bilemeyeceğin kadar yorucu, acı veren bir sezgi.
Ne oluyor biliyor musun? Sen huzurla sözüne devam ederken, aradaki dokuz cümle boyunca benim canım sıkılıyor.
Onun için bir şey söyleyeceksen, son cümleni en başta söyle. Belki böylece ikimizin de öngörmediği yeni bir yere, bir söze, bir yaşama bilgisine varırız.
Yoksa insanların, her yeni günle yeni diye sevindiği bir ölü zamanın, ağzı gözü kirpiği kaşı kalmamış sözlerini, yere göğe sığmayan bir hayranlıkla –aslında ağır bir yalnızlıkla- bir de biz tekrarlarız.
Bu artık tekrar da değildir. İçimizin en derinlerinde, tozlar içinde, yalnızca bizim soluğumuzla dünyaya tutunmaya çalışan çok eski bir çocuğu, yoksul aklımızla biraz daha derine bir yere gömeriz.
Böyle bir hayatı, daha doğrusu hayatı kötürüm eden böyle bir insanı, ne tanrı, ne dağ-taş, ne börtü-böcek, ne sular, ne varoluşun arzuları bağışlar. (…)
“Kimseler görmedi Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim…
Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile… Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.”
Bu arada okumadıysanız tavsiye ederim ustanın şu kitabını,” Bütün Şiirleri 2- Şükrü Erbaş” kendi kulvarında çıraklıktan kalfalığa geçiş dönemi yazdığı şiirler. Ah o kitabın orta kısmı yok mu? Bütün Ömür Hanım yazan kısımları silip kendi adımı yazmak istedim. Çok kıskandım evet. Ancak aşk değil acının tarif ediliş biçimiydi kıskandığım.
Dünya üzerinde daha çok ezilen insan türü olan kadına ve çocuğa dair elemlerin şiirsel bir dışa vurumu… Canlanıveriyor adeta mısralar. Elinden tutup uzaklara götürüyor okuyanı. Güneşli dünyanızı anında bulutlar sarıveriyor. Hüznü bile sevdiriyor. Duygu selinde boğulmak istiyor ve kopamıyor insan. Ölüm ve aşk yine kol geziyor. Buram buram yakan şiirler.
Şükrü Erbaş’ın bir ömrü özetleyen yazısı Ömür Hanımla Güz Konuşmalarından bir alıntıyla girizgâhı tamamlayıp asıl konuya, gerçek yaşanmış olan aşağıdaki bazıları için bir hikâye deyip geçecekleri ama gerçekten yaşanmış ve o tarihlerde gazetelere manşet olmuş bir olaya gelelim, bakalım kim ne kadar ders alıp heybesine koyup hayat yoluna devam edecek bu hafta sonu dostlar…
Bu virüs bir yandan varoluşsal krizlerim diğer yandan bir süredir beni rahatsız eden insan kılıklılardan uzakta olmak ruhsal durumumu bir nebze toparlayabildi. Toparlaya bildi ama yine de sanalda olsa insan kılıklı görünümlülere rastlıyorum.
Neler mi var bu facebook denen sanal âlemde; mesela ben: saçmalıyorum… diğeri siyaset yapıyor… Birisi aşk acısı çekiyor… Bir diğeri karı kız kovalıyor… Ötekinin Dünya umurunda değil… Müthiş bir yer burası. İyi ki varsın Facebook. Bu nedenle kafamda deli düşünceler var. Diyorum ki; Faceyi dondursam içindekiler üşür mü acaba, tüm kötülüklerde donar mı acaba?
Şimdi yıpranmış ve amaçsız, aynı zamanda huzursuz hissediyorum. Boğulmak gibi bunlar da benim için yeni duygular değil ama önceden zevk aldığım şeyleri de yapamıyor olmak beni yoruyor. Çünkü her ne kadar insanları yargılasam da ben de bir insanım. Ve insan olmak kendi türümün ayıbının acısını çekmemi gerektiriyor. İnsanın insana yaptığı zulmü ve sırf renginden dolayı birilerine işkence etmeyi normalleştiren kişileri görmezden gelemem. Gelemeyiz. Böyle harika yapımlar, haberler ve eserler insanın insana yaptığı kötülüğü gören birilerinin olduğunu bana hatırlatıyor ve içime bir nebze de olsa su serpiyor.
Hı birde şu var dostlarım aşağıda ki yazıyı okuyunca aklıma derneğimizin (İZŞABED) değerli gönül insanı kardeşim/hocam Gnl. Sekreterimiz Sn. Şerif Serif Kutludag’ın “İnsan İnsan” diye muhteşem anlatımlı bir şiiri var o aklıma geldi… Ama ne şiir, okumanızı tavsiye ederim… Ki İnsanı anlayalım…