Gelelim bugüne… günün olayı, gözlemi karmaşası otuziki kısım tekmili birden…
3 5 defa dışarıya kaçış, kısa sürede geri dönüş… Ozan’ın ( sanırım bugünün Jacob’ı denebilir kendisine) “dalga saymaya mı gidiyorsun?” sorusu üzerine yolu biraz uzatıp, Beşiktaş iskelesinin “öteki” kısmına geçiş…
Beton zemine oturup salladım ayaklarımı aşağıya… hava puslu görüş mesafesi çok fazla değil; ehhh az da değil. Bakayım dediğim bir şey de yok aslında. Dalga sayacağım yok; “aman Üsküdar’ı göreyim; vahhh vahhh şu Kızkulesini de Marmarayı da…; canım Topkapı, güzelim Ayasofya…” geçen gemiler de pek umurumda değil, bir parça martılar… onlar da “mobil” geziyor olmasalar, sessiz sakin dursalar onlara da pek dikkat edeceğim yok… martılardan, gözlerim ve zihnim denize, denizanalarına doğru kaymaya başladı… “an’ı yaşa… akışına bırak”…
pek bir filozof gördüm denizanalarını… dalganın gelişine göre dalgalanıyorlardı. Aslında ilk tespitim kendime yönelik oldu. Dalga saymaya çalışmadım; denizanalarını da… saymaya çalışsam da “pek de” değil “hiç de” başarılı olamayacaktım. (bak sen şu işe… nasıl da denk geldi… bilerek olmadı yemin…) durum tam da ” mutabık kaldık, sizin Ork olmadığınız konusunda mutabık kaldık” vaziyetleri idi. Otistik değildim; “yağmur adam”vari bir bakışta kibrit çöplerini/denizanalarını filan saydığım yoktu…
Denizanaları evet akışına bırakmışlar ve “an’ı” yaşıyorlardı. Bir sürü denizanası ve herbiri de farklı bir şekilde yüzüyorlar. Dalganın açısı, şiddeti; denizanasının iç çapı… Allah’tan kuantum felsefesine ilgi duysam da işi “fizik” kısmına kaydırmadığım için bu tür hesaplara hiç girmedim bile… kafalarına göre takılıyorlardı diyeceğim ama; denizanalarının kafaları var mı? Sırtüstü, yüzükoyun kurbağalama… yüzüyorlardı diyeceğim; pek onları anlatabilecek tanımlamalar olmasa da siz anladınız ne anlatmaya çalıştığımı… her biri farklı bir şekilde yüzüyordu…
Yan tarafımda oturan liseli gençler vardı, bir ses duyuldu; tipik olağan iskele muhabbeti… “çiçek alır mısın bu güzel kızıma” ile başladı, “fal bakmaya” uğradı mı bilemem, “selpak” üzerinden “Allah rızası için elli kuruş bir lira”ya doğru döndü… felsefi, bilimsel düşüncelerim yavaş yavaş dini bir hal almaya başladı… yooo sadece dini değil psikoloji ve sosyoloji de karıştı işin içine… ” aman bana bulaşmasın, ver kurtul; herkes verdiği için sürekli istiyorlar; gazetelerde yazıyor, kesin hanları hamamları vardır; bunları düşünüyorsan; imkanı yok verdiğin “Allah rızası” için olmaz, paradoks mu yoksa kısırdöngü mü?”
Bana doğru yürümeye başladı… iki seçenek var önümde mavi kablo/ver kurtul, kırmızı kablo/oralı olma yok say… az kaldı geliyor…
” yavruuuum bi selpak versem alır mısın güzel bayan?”
Kafamı salladım sadece… çekti gitti… öğrenilmiş çaresizlik… ya da aynı patikalarda dolanıp durma… ( Not: Gergedan’ın algılama süresi ya da Türkçe tabiri ile “jeton”unun düşme süresi 14 saniye imiş…)
Saniye 1- Türkiye de bilimsel felsefi gelişme olamaz; toplum buna müsait değil, biri gelir düşüncelerini böler…
Saniye 2- Bilimsel keşifler sessiz ortamlarda özellikle çiçek, sakız, selpak satılmayan, ayakkabı boyanmayan, insanların elli kuruş ya da bir liraya ihtiyaç duymadığı… hatta mümkünse insansız ortamlarda yapılmalıdır…
Saniye 3- Bilimsel keşifler için söylenebilecek tüm sözler felsefi düşünceler için de geçerlidir.
Saniye 4- Denek kendin değilsen; ikinci maddede tanımlanan yerlerde hele de sırtını dönerek psikolojik ve sosyolojik gözlemlerde bulunma.
Saniye 5- Her ne durumda olursa olsun ön arka sağ sol fark etmez hiçbir kişi nesne v.s ile “dik açı” filan oluşturma. Hiç kimseye ya da hiçbir şeye sırtını dönme!
Saniye 6- Tümdengelimci isen; mavi kot pantolon, siyah mont giyip bir karış saçla deniz kenarına ayağını sallayıp oturma!
Saniye 7- Tümevarımcı isen; sırasıyla a) mavi kot pantolon b) siyah mont c) bir karış saç d) deniz kenarı e) ayak sallama f) oturma g) ayak sallayarak oturma
Saniye 8… metalik bir ses, düşen bir jeton… kaçan bir tren… uzaklaşan ayak sesleri…
Not: Zaman hala duruyor saniye hala 8 benim için… size göre olayın gerçekleşmesinin üzerinden iki saat on yedi dakika geçti. Kuantum felsefesine fiziğine göre, bir kara deliğe girip geçmişe geri dönüp; “ehhh be teyze… gözün bozuk anlaşılan dur bakiiim daha çok para veriyim” mi desem… işi şebekliğe vurup ” sen beni bir de geçen hafta göreydin onbeş santim daha uzundu saçım” mı desem… ilkokul öncesi döneme geri dönüp (hayatımda küfrettiğim tek dönem) bir kaç okkalı küfür mü savursam… hepsi mi hiç biri mi?
Not: Hele bir zaman işlemeye başlasın… Brokoliye de geliriz…