Bozkırda çadır yaşam merkeziydi. Merkeze ancak bir mevsim uzak kalırdık. O mevsimde de duygusal bağımız devam eder. Yaslandığımız dağların fırtınası sonlandığında özgürlüğe yolculuğumuz başlardı.
Ana yuvamız olan bozkıra, neşe içerisinde varırdık.
Bozkır düzlükleri, biz kazaklara bir içim suyun kılcallarımızda dolaştığını hissettiğimiz yer, soluklandığımız hava, coşkuyla yüreklendiğimiz ana yuvasıydı.
Yuvamıza ailece yürüyerek gidiyorduk. Genelde önde, atta anam ve küçüğümüz, bizler ise sürünün arkasında oluyorduk. İki gün sonra çadırı aynı yerine kuruyorduk. Çadırın kurulması güç isterdi fakat mimarı anamdı.
Biz Kazak denilen, Türk boyuyuz. Şehir özgürlüğümüzü kısıtlar. Onun için doğanın değişimiyle bozkıra, dağlara çıkarız. Bekler bizi doğa, doğanın bozkırları, havası ve suyu. Geleneklerimizi aksatmayız. Bozkır çadırında yaşamımız geçer. Şehre yalnız okumaya gideriz.
Bozkırda insan elinin değiştirdiği hiçbir şey yoktur. Göl, akarsu ve taşlar aynıdır. Her ailenin yaşantısı doğal kurallar içerisindedir. Çocuk yaşta, babam atımızı aldı. Onun için her işimizi at sayesinde görürüz. Doğanın zorluklarına göğüs gereriz fakat inatlaşmayız. Yağmuru, fırtınası ve karı. Bozkıra ilaç girmemiş, hasta olana rastlanmaz.
Üzerimize düşeni yaparız. Birlikte hareket ederiz. Katlanamayacağımız işlerde yardım alırız. Tepenin ötesinde amcamın çadırı vardır. Sürüyle otlakta birlikte olurduk. Güneş yakar, yüzümüz kararırdı ama yine çayırdan ayrılmazdık. Dağın eteğindeki göle babam yaklaşmaz, hatta adını bile anmazdı. Çünkü, göl kenarında babaannem düşecek gibi olmuş ve bir ayağı suya girmiş, o anda babamın onu kurtarması, çabuk ve gücüne bağlıymış. O günden sonra dağın tarafına gitmezdi.
Ay geçer, bozkıra uğrayan olmazdı. Gözünün aldığı yer düzlük çayır, otlak. Hepsi bize aitti. Hayvan yiyeceği ve su yönüyle sıkıntı çekmezdik. Kendimiz için eksikleri babam motoruyla şehirden alırdı. Babamın şehre gittiği gün turnalar geçti. Turnaları çadırın önünden, birlikte izledik.
Anam çadırın direğiydi, yapılacak olan her şeyi planlar ve uygulardık.
Yaşantımız telaşsız sakin ve mutluydu. Giyim eşyalarımız yündü, başımızda kalpağımız vardı. Soğuktan korunurduk. Çadırda tezek yakardık. Çadır soğuk olmazdı. Soğuklar başladığında köye dönerdik.
İçimin yağı eriyerek çadırı sökerdik. Bu sene de çadırın mimarı anamdı. Yüreğim hüzünle doluyordu. Anam biraz daha ezikti. En küçüğümüz bile on iki yaşına gelmişti. Anam hayat boyu gülmüş, güleç yüzlü kalmıştı. Onun çözemeyeceği problem yoktu. Ona göre, hayat neşe demekti.
Çadırı yüklediğimizde; “Ya kısmet bir daha gelmeye, gelip de görmeye,” dedi.
Havasına, suyuna ve dağlarına bakım gülen anam, ilk defa hüzünlendi gözlerindeki yaşa engel olamadı.
Anam botlarını giymişti. Ata atladı, geri dönüp baktı ve dağlara el salladı.
Bu yıl kış ağır geçecekti. Anam keyifsizdi. Babam kara rağmen anamı doktora götürdü. Soğuk ciğerlerini bozmuş, doktorun dediğini uyguladık, hiç soğuğa çıkartmadık. Bir ay içerisinde rahatsızlığı arttı ve bizden ayrıldı.
O yıl bozkıra iki hafta geç gittik. Bozkırın tadı yoktu.
Bozkırın gülen yüzünün, anam olduğunu anladık.
Ana özgürlük kaynağımız, yaşam için rehberimiz. Onunla neşeleniyor, seviniyor ve gülüyormuşuz.
Güler yüzlü, gülmemizin nedeni artık yanımızda ama konuşamıyorduk.
Anam ile bir başkaydı sütün içimi, tereyağlı mantar kavurması ve yoğurt.
Gölün çalkalanması ve suyun akışı çağıldaması bir başka güzeldi.
Ana sofrası bir başka güzellikte gelirdi önümüze.
Bir başka güzeldi bozkır ve süslü çadırımız.