Kardeşim, denize dereden gidelim, dedi. İsmini duymak bile içimin kıpır kıpır olmasına yetti. Yeşil vadi, akar su ve kurbağaların nağmeleri. Kara taşları yalayarak geçen kara suda balık avlayarak denize kadar gitmek. Bizim derenin denizle bir araya gelmesini görmek, inanılmaz bir duygu. Bir duygu seli, gönülden gelen ve doğallığın uç noktası.
Dere ve denizin güzelliklerini aynı anda tatmak.
Doğanın en büyük armağanı, bir ömürdür bizim dere…
Dere, hayatımıza tesadüfen girmiş değildir. Dere doğup büyüdüğümüz, suyunu içtiğimiz, oyun sahamız ve avlandığımız yerdir. Derede balık avla, istemezsen kenarındaki çim sahada top kovala. Gerçek güzellikle karşılaştığımız, yüzleri güldüren ve tepelerden gelip geçtiği köylerin su ihtiyacını karşılayarak denize kavuşan bir akar sudur, dere.
Akıl ve hislerin birliğini kuran akar suyumuzun adıdır, dere. Bir yaz günü, kara taşından kara suyuna olta atmak, kenarında uzanan çayırın dalgalanışını seyretmek bir güzelliktir. Seyrettikçe yüzün güler, içine serinlik dolar. Bal arılarının çiçekten çiçeğe konmasını izlemek ayrı bir keyiftir.
Suyun çağıldamasını, kuşların kanat çırpmasını ve ineklerin zilini dinle ve ruhun açılsın. Köyler arasındaki vadiyi şenlendiren, ağaçların devasa büyümesine neden olan bizim dere. Gece boyu lüks ile balık avladığımız yerdir, bizim dere.
Derede yaşanan atmosfer anlatılmaz. İçimizin sevinçle dolduğu, yüzümüzün güldüğü suları bağrında toplar dere. Kaşlardaki diken çileğini, yaban eriğini ve kuş burnu toplamasının zevkini kelimelerle anlatmak mümkün değildir. Onların lezzeti bir başkadır.
Bu duygularla fındık bahçesini geçtik. Dere Kaşının üzerine geldik. Kaştan derenin sesini ve serinliğini hissetmek istiyordum. Suyun taşlarda sıçramasını görmek istiyordum. Hangi taştan daha kolay geçecek diye soracaktım. Neşeli ve sevinçliyim, içim huzur dolu. Gözümün önünde dere ve kara suyu. Ayaklarım köpüklenmiş, yumuşak bir okşama ile giden su içinde.
Kardeşim, “Dere yatağı” dedi. Bir an için ne demek istediğini anlamadım. Sesi çatallandı, gözü yaşla doldu. Dereye baktım, su ve sesi, hafif rüzgârı ve serinliği, kuşların kanat çırpması ve ineklerin zilleri duyulmuyor ve hissedilmiyordu. Dere kaşları, dikenler yaban eriği ve kuş burnu görülmüyordu. Dere yatağına indik, beton dökülmüştü, suyumun geçtiği sahaya, kenardaki ağaçlar kesilmişti.
Köprünün altına koştum, gayri ihtiyari, göl düz bir betona dönüşmüştü. Kara taşlardan bir tane tarih diye saklarlar zannettim, onları da kırmış yok etmişlerdi.
Olduğum yere çöktüm. Başımı ellerimin arasına aldım. Vadide yalnız ağlama sesi duyulmuştur, dedi kardeşim. Ağladım, dereleri bu hâle getirenlerin Allah belasını versin dedim. İçimden, içimin en köşesinden ah çektim. Ne düşmanlıkları vardı o güzelim toprağa, vatan parçasına.
Betonlaşmış kalplere, dumura uğramış beyinlere, harabeye dönmüş vicdanlara, görmeyen gözlere ve hissizlere ağır sözler söyledim. Doğanın doğallığını bozan katillere ve zalimlere beddua ettim. Yerimden kalkamadım, yüzlerine tükürdüm.
Kızıl ağacın dalına konan serçenin ötüşüne üzüldüm. Belli ki, su arıyordu. Söz dedim, yarın sabah ilk işim, deredeki kuşlara su getirmek olacak. Bu cümleyi on beş sene önce söylesem, herkes gülerdi ve ne dediğimi anlamazdı.
İnsan ve doğa.
Hollanda da nehir üniversitenin kampüsünün içinden geçiyor, etrafında duvar yok. Almanya, İngiltere ve Norveç öyle.
Dereler yatağında akacak, akacak ama aynı taşlar, sazlar, kaşlar ve yüz yılların havası esecek mi bilemiyorum.