Merdivenin basamağında, değnekleriyle toprağı eşeliyor ve rüyada gibi “bizi de beğenin” diyorlardı. Bizi de beğenin!…
Giyinişleri, kerpiç evin harabe halini yansıtıyordu. Altı samanlık, üstü ise iki oda ve tuğla taşı büyüklüğünde, pencereden ibaretti. Evin çatısı, karın tutmaması için dikti ve çinkodan yapılıydı.
Yaşımız yetmiş beş, kendimizi bildik bileli çalışıyoruz. Bayramlar da olmasa, hiç boş kalmadık. Zaten ineğin varsa, bağımsız yaşayamazsın. Yıllar içerisinde, belleğimiz zayıfladı. Kulağımız doğanın seslerini ayıramaz oldu, gözlerimiz ise idare lambası gibi sönmeye yüz tuttu.
Mutlu olmak mı, kim kaybetti ki, bize rastlayacak. Hevesimiz, eskilerde kaldı. Vadiyi aşıp köye gelen, taşıtlar bile gönlümüze bir ferahlık katmıyor. Rüyalar da hayal alemine dalmamıza izin vermiyor.
Basamakta hallerine uygun sözleriyle, dikkat çekiyorlardı. Köy geleneğini yaşatan, folklor sevdalılarına benziyorlardı. Altmış yıllık, beraberlik, şehrin iki odasına sığamadı ve merdivenin basamağında, toprağı eşelemeye devam ettiler.
Tansiyon ve şeker hastalığına, ne yaptık da yakalandık. Başımız dönmese ve dengemizi sağlayabilsek, her işi yapacağımıza gözümüz kesiyor. Bu halimizle, odun edemiyor ve su taşıyamıyoruz.
“Bizi de beğenin,” sözü, yaşanan toplumsal olayların bir sonucudur. Böylelikle yalnız başına yaşamanın sıkıntısı da gündemdeki yerini koruyordu.
Gençler, okul ve iş için şehrin yolunu tepmişlerdi. Bu durumda “bizi beğenin” demekle, kimsesiz kaldıklarını ortaya koyuyorlardı.
Bugüne kadar, dirlik ve düzenlilik kavgası vermişler, toprakla yatmış ve toprakla kalkmışlardı. Çocuklarını büyütmüşler, elden ayaktan düşünce, toprağını bırakmama duygusu, yüreklerine kor gibi düşmüştü.
Baba ocağı sönmüş, kara ateşin zinciri sökülmüş, ocak başı kurum bağlamış ve basamaklar yosun tutmuştu. Meyve ağaçları hüzünlü ve sebzeler dertliydi. Yabani otlar, bahçeye göz dikmişlerdi.
Yılların patates ve soğan yeri bellenmemiş ve sebzelik görünmez olmuştu.
Oğlumuz; kış aylarında bizi şehre alıyordu. Fakat sosyal yapımız, şehirde kışı geçirmeye uygun değildi. Onun için her şey, bize o kadar garip geliyordu ki, oturduğumuz yerde, göçebe gibiydik. Pencereden gökyüzünü bile göremezdik. Merdiven basamağında, ekmeği gevelemek varken, şehirde işimiz neydi?
Şehrin; suyunu ve ekmeğini ağzımıza koyamadık.
Bazen şaşırıyorum da “kaynaktan su içelim,” diyorum.
“Bizi de beğenin,” dedik ama şehirde, her şeyin parayla satın alındığını bilemedik. Herkesin derdi telefon, yaşantılarını telefonun keyfine uyarlamışlar. Yalnız köylülerimizin ziyaretlerine sevindik. Fakat hepsi, bu geldiklerine pişmandı. Şehirden bir şey anlamadıklarını söylediler.
Mekanımızı özledik, bir gün dahi duramayız, diye feryat ediyorduk.
Bundan sonra, köyün dışına iki saatliğine ancak çıkabiliriz.
Allah sağlık verdikçe, köyümüzden ayrılmayacağız. Basamakta geçirdiğimiz gençlik ve yetişkinlik yıllarımızı hatırlayacağız. Kuş cıvıltısıyla dolu bir çevre, ineklerin zil sesleri, köpeklerin havlamasıyla, içimiz sevgiyle kaynardı. İmece günlerini iple çeker ve ailelerle bir araya gelirdik.
Aile olarak, günlerimiz sakin ve huzurlu geçti. Okul yolu başladı, sıkıntı çevremizden ayağımıza yapıştı. Okul bitti, iş yolu göründü. Sıkıntı dizlerimize kadar çıktı.
Şehir yolu acılarla, yüreğimizi deldi. Aldırmadık, sağlıklı yaşasınlar diye sırtımızda sepetlerle, yolları kat ettik. Başarsınlar aradık, bu defa biz sağlığımızdan olduk. Sebze ve meyveler yeşil dünyalarını yitirdi.
Gönül alanımız daraldı, farkında olamadık. İçine düştüğümüz manasızlığa, mantıklı karşılık bulamadık.
Davranışımızdaki aksaklık, ev ve bahçemizle olan bağımızı koparttı.
Kaynak suyu, kuş burnu ve kekiğe ulaşmak adına tepelere varmayı düşünemez olduk. Gül toplamak için meraya, sırtta sepetle gidiyoruz. Bu süre içinde uykuda kalıyor ve hayal aleminde yaşıyoruz.
Bu durumda basamakta, kalacak ve toprağı eşelemeye devam edeceğiz.
Hasan TANRIVERDİ