21. yüzyılı yaşıyoruz. Ama hâlâ içinden çıkılmaz sorunlarla uğraşıyoruz. İnsan olmanın ayrıcalığı ve tadı unutulmuş birçoğumuz tarafından.
Bu dünya bizim değil; hiçbir zaman da bizim olmadı. Tarih kendisini ölümlerle tekrar edip duruyor. Ortadoğu cehennemi ile bu topraklar insan kanlarıyla dolup taştı ve yazık ki en son kendi kanlarımızla boğulacağız gibi görünüyor. İktidarlar nedeniyle ötekileşen toplumlar kendilerini yok etmekten, ‘Neden?’ ve ‘Niye?’ sorularına uzak kalıyorlar.
Satranç tahtasında piyon görevini taşıyan biz zavallı insanların bir kısmı ise kendini rahatlıkla feda edebiliyor bir vezire, bir şaha… Oysa biz bu oyunun parçası değiliz ve olmak durumunda da değiliz. İnsanca yaşayabilme olasılığımız varken birbirimize tahammülümüz olmadı hiçbir zaman kendi gerçekliğimizden kaybolup insan gerçekliğinden kaybolup bizim olmayan hayallere dalıp kaybolup gidiyoruz.
Batı ya da Doğu değil mesele. İnsan denilen yaratık bozuk sadece. Yürümeyi en az üç yılda öğrenen, uçamayan, oksijensiz üç dakikadan fazla yaşayamayan, karıncaların asırlardır yaptığı şehirleri bugün makineler ile yapabilen, tabiatın en zayıf halkalarından birisi, kendini tanrının mucizesi görecek kadar yüzsüz ne yazık ki.
Yazık ki burası bizim dünyamız değil. Burası insan ölümlerine üzülürken etnik kimliği dikkate alarak üzülenlerin, kendinden olmayanı yok etmeye çalışan, müsamahadan zerre nasip almamış, nefret dilini anadilleri bellemişlerin, bir kedi evine dahi tahammülsüz olanların dünyası.
Peki neden böyle?
Sorun ne?
Ne yetmiyor paylaşmak için?
Bu kin, bu hırs ne için?
Bu boğazlaşmanın adı ne?
Zamansız ölümlerin gerekçesini anlatabilir mi biri bana?
Ya da yok yere kıyılan doğanın?
Var olmak mı, yok olmak mı?
İşte bütün sorun bu. Düşüncelerimizde her şeye, zalim kaderin yumruklarına, oklarına katlanmak mı güzel, yoksa diretip bela denizlerine karşı “Dur, Yeter! “ demek mi?
Kim dayanabilir zamanın kırbacına, zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine, sevgisinin kepaze edilmesine, kötülere kul olmasına iyi insanın?
Kanunların bu kadar yavaş, yüzsüzlüğün bu kadar hızlı işlemesine kim dayanır?
Düşüncelerin ipe götürüldüğü, beyinlerin vıcıklaştırılmak istendiği bir çağı yaşıyoruz.
Oysa hepimizin bu dünya, ama unutuyoruz.
İdama giden günümüz bilimini; temeli, odağı, ‘tohumu’ olan düşüncelerin hep karşısında olduğumuzda asanlardan, katledenlerden daha ‘suçlu’ daha ‘katil’ ilan edildik. Çünkü ‘bizdik’ susan…
Hakimin kırılan kaleminin sesi kadar ses çıkaramayanlar ‘bizdik’!
Bizdik haksız yere yitenlere, yitirilenlere ‘iyi‘ dileklerimizi sunan…
Yine ‘bizdik’ kalp atışlarımızın ‘bizi’ ihbarından korkan…
Ve ‘bizdik’ maktul, mağdur, mazlum!…
Çünkü ‘bizdik’ asılan,
‘bizimdi’ asılanlar, ‘bizimdi’ yakılanlar..
‘bizdik’ Sokrates’i, Galile’yi, Deniz’i, Menderes’i öldürenler!
‘bizdik’ Sokratesler, Denizler…
‘bizdik‘ Ankara’daki denizi kurutanlar…
‘bizdik’ kurutulan denizler…
şanlı tarihle övünen ‘bizdik’
övülecek o tarihin kötü adamı da ‘BİZİZ’!...
Çoğu kişi sevmese de bir şarkısında Müslüm Gürses çok güzel bir çözümleme yapar ve der ki: ‘Yakarsa dünyayı garipler yakar.’ O nedenle yapmamız gereken aslında sadece ‘İNSAN’ olduğumuzu anımsamak ve asla pes etmemek…