“Son günlerde komşuluk ilişkileri üzerine yapılan araştırmalar, komşuluk ilişkilerinin çok zayıf olduğunu gösteriyor.”
Bu haberleri okudukça ister istemez çocukluğum geliyor gözlerimin önüne. O günleri anımsamadan edemiyorum. Komşu teyzelerimi, İsmail amcamı, Hasan amcamı, Kemal amcamı, komşu çocuklarını ve iç içe bir mahalleyi, dostluğu yıllar öncesinden alıp geliyorum bu güne. Saklambaç oyununda arkasına saklandığımız o koca çınarı, yaz akşamları kapı önlerine, merdivenlere serilen kilimlere oturup çekirdek çıtladığımız günleri çok özlüyorum. Sokak lambasının altına toplanıp; bilmeceler sorduğumuz, masallar, fıkralar anlatıp güldüğümüz o yaz geceleri geliyor aklıma.
Kışı da bir başka güzeldi o günlerin. Çıtır çıtır yanan sobanın etrafında kestane kokuları ile mest olmuşken çalardı kapımız. Işıl ışıl gözlerle, soğuktan üşümüş havuç gibi burnuyla afacan tatlı bir ses gelirdi kapıdan.”Bir maniniz yoksa annemler size gelmek istiyor” Ne manimiz olacak ki? Oturmuşuz işte çoluk çocuk. Radyoda “radyo tiyatrosu” var. Buyursunlar dendikten sonra da bir koşuşturma toparlanma başlardı. Misafirler gelince odayı adeta üçe bölerdik. Beyler bir köşede sohbette. Hanımların sohbeti malum… Arada ikramlar için mutfağa gidip gelmeler. Çocuklar oyunlarını çoktan kurmuş olurlardı.
Mahallede herkes birbirini tanır, içini dışını, girdisini çıktısını bilirdi o zamanlarda. Dedikodu da eksik olmazdı ama hiç değilse herkes birbirini görürdü. Evlerin öyle korumalı çift kilitli çelik kapıları da yoktu. Tahta kapıda kocaman bir anahtar… Kapını açık bıraksan bile kimse dönüp bakmazdı. Açık kapıya gelen komşu kadın “Huuuu komşu” diye seslenir kapının tokmağını tıkırdatır girerdi içeri.
Şimdi hırsızlık olaylarını duydukça o günler geliyor gözlerimin önüne. Kapı karşı komşunun evini güpegündüz boşaltıyorlar da hiç kimse “siz kimsiniz neler oluyor” diyemiyor. Nasıl desin ki o dairede kim oturuyor kimler gelip gidiyor tanımıyor ki? Sorsa “sana ne be adam” dese karşısındaki, bozum olacak. Bir gün sohbet etmemiş ki, nasılsın dememiş ki? Mecburen sessiz kalıyor ve adamlar evi soyup gidiyorlar.
Biri bir gece acil hastalansa çalacak bir kapı yok. Komşuluk yok. Yardımlaşma yok. Çocukluğumuzda bir fincan kahve, bir bardak çay ya da şeker için çalınırdı komşu kapısı. Her evde mutlaka eksik bir şeyler olurdu. Komşudan istenecek mutlaka bir şey bulunurdu. Komşu komşunun külüne muhtaç sözü geçerliydi o yıllarda.
Peki, geçmişi bu kadar özlüyorken benim komşuluğum nasıldır diye soralım mı kendimize?
Büyük şehirlerde, gökdelenlerde yirmi otuz katlı, atmış daireli apartmanlarda oturan, sabah işine, akşam ve tatil günleri sosyal aktivitelere sonra da gecenin bir yarısı evine dönen insanları düşünürsek bunlar arasında nasıl komşuluk beklenir ki?
Ben biraz daha şanslıyım diye düşünüyorum. Komşucuk oynamayı beceremesem de, çay partilerine katılamasam da komşularımı tanıyorum. Ayaküstü kapı sohbetlerine de razı oluyorum. Hal hatır sorup, hiç değilse bir günaydını, bir selamı esirgemiyoruz irbirimizden.
Bizim çocuklarımız büyüdüklerinde dünyaları nasıl olacak bilemiyorum. Keşke bu kültürümüzü yeni nesillere bırakabilsek! Bütün bir mahalle değil ama en azından yakın komşularımızla yaşamayı başarabilsek. Hayatımız daha mı kolaylaşırdı kim bilir?
Şerife Çınar
Modernitenin kötülüklerinden biri de bu.. hassasiyetinizi kutluyorum.. İHG