Geçen gün Tolstoy’un okumakta gecikmiş olduğum romanını okudum. Savaş ve Barış romanını…
1800’lü yılların başında Rus çarı 1. Aleksandr 1.(Deli) Petro’nun kurduğu locaları kaldırıp yerine bakanlıklar, Senato Konsülü ve Rus Parlamentosunu kurdu. Zamanına göre daha bir sürü devrim niteliğinde yenilikler… Fakat Vikipedi’nin yazdığına göre Napolyon savaşları yüzünden bu reformları durdurmak zorunda kalmış. Osmanlının yapmaya çalıştıklarından yüz yıl önce girişmiş bu işe…
Ancak, sebep Napolyon Savaşları imiş gibi görünse de, (romandan anlıyoruz) esas sebep ülkenin kurulu düzeninin buna direnmesi, izin vermemesi.
Atatürk devrinde düşünülmüş, uygulamaya çalışılmış reformlar önceden düşünülmemiş, akla gelmemiş reformlar olarak görmemiz mümkün değildir.
Mesela; Harf devrimi, kadın hakları, parlamento bunlar hep Osmanlı’nın son zamanlarında düşünülmüş, kısmen uygulamaya çalışılmış ama başarılı olunamamış reformlar.
Ya da,
Cumhuriyetin kuruluşu… Zafer kazanıldıktan sonra iki seçenek vardı. Birincisi ya hanedanlık devam edecekti ki bu mümkün değildi. İkincisi ise yeni bir rejim cumhuriyet kurulacaktı. Öyle de oldu.
Cumhuriyet ama nasıl bir cumhuriyet? Tek adam, tek parti, kuvvetler birliği, Meclis üyelerinin hemen tamamı tek bir kişi tarafından tespit edilmesi…
Atatürk’ün hayatını okuduğumuzda, baştan sona kadar, seçilmiş her yaptığı doğru olan çağının ilerisinde olduğudur. Bize bunları çoğunlukla resmi söylemler ve buna paralel ideolojik yazılar söylüyor.
Hâlbuki onun ötesinde her şeyden önce Mustafa Kemal duyguları ve fikirleri ile doğruları ve yanlışları olan bir insandır. Elbette onu diğer insanlardan ayıran özellikleri vardır. Ama doğruları olduğu kadar yanlışları da olan, kimi zaman egoları ile hareket eden bir insan…
Mesela,
Bize demokrasiye inanan ve bunun için mücadele eden bir lider olarak tanıtılır. Uygulamalarına baktığımızda bu konuda egoları ile hareket ettiğini görürüz. Tek parti, tek seçici, kuvvetler birliği hep bunun işaretleridir. Atatürk soyadını alması bile egosunun bir göstergesidir. Mustafa Kemal olarak kalması onun değerinden ne eksiltirdi?
Bu bize şunu gösteriyor,
Bu devleti ben kurdum ve bu devlet mirasçım Halk Partisi tarafından yönetilecektir. Bu fikir gelecek kuşaklara kurtarıcı lider kültünü miras bırakmış olmuyor mu?
Yazımın akışına şunu da sıkıştıralım. Taraftarları bu soyadının milleti tarafında verildiğini iddia ederler.
O zaman,
Şu soruyu sormak hiç de abeste iştigal değildir. Kurduğu, tüm yönetici ve üyelerinin kendisi tarafından belirlediği meclisin böyle bir karar alması ne kadar demokratiktir? Bugünü düşünün, çoğunluğu AKP üyelerinin olduğu bir mecliste Erdoğan için buna benzer bir unvan ne derece gerçekçi ve doğru olur?
Kaldı ki, milletin atası anlamına gelen bir soyadını kabullenmek için epeyi bir egoya sahip olmak gerekir. Bu aynı zamanda yeni oluşan bir milletin oluşturucusu anlamına da gelir ki Türk milletinin tarihi sürecini yok saymak anlamına da gelmiyor mu?
Bir şey daha sıkıştıralım yazımın akışına… Kurucu elitlerin olmadığı, kurtuluş mücadelesinin yöneticilerinin ( güçlü parti, burjuvası ve entelektüel çevrelerinin ) olmadığı bir ortamda savaşı yürütenlerin kurulan devletin başı olması kadar doğal bir şey olamaz. Savaşı kazanan komutandan demokratik olma fedakârlığını beklemek fazla iyimserlik olur.
Kısaca,
Atatürk Türkiye’si demokratik görünümlü (kendine göre) ideolojik ve otoriter bir devlet olarak kuruldu. Kurtuluş savaşında en az onun kadar katılmış ve mücadele etmiş kişilerin çoğu tasfiye edildi ve hatta vatan hainlikleri ile suçlandılar.
Bugüne geldiğimizde,
Yüz yıl sonra Atatürk’ten bize miras ideolojik çatışmalar, otorite hevesleri, karşıtların hainlikle suçlanması… Kimi bunu Atatürk adına kimi din adına kimisi de milliyetçilik adına ama mutlaka karşıt yaratarak rakibini yok etme siyaseti.
Ülkemiz tarihine baktığımızda şu veya bu yolla iş başına gelenler hep tek lider, tek kurtarıcı oluyor. Yüzde bir bile oy alamayan partinin liderinin bile tek kurtarıcı gibi taraftarlarınca secde edilmesi… Hesap vermemesi, her yaptığının doğru kabul edilmesi, makamını ilelebet koruması…
Ülke huzurunun ve gelişmesinin sağlanmasının ne kadar zor olacağının göstergesi değil mi?
Hâlbuki…
Bu ülke zengininden fakirine, askerinden siviline, her meşrepten insanların katılımı ve gayretleri ile kurulmadı mı?
Öyleyse,
Nerede onlar? Kurtuluş savaşına her imkânları ile katılan bu insanlar nerede? Mezarları bile kenarda, köşede kalmış. Sadece İsmet İnönü Anıt Kabir’in bir kenarında sığıntı gibi yatmakta… İsmet İnönü gibi bir değerin günlük siyasetten bağımsız diğer dava arkadaşları ile birlikte bir makamı olması daha yakışık olmaz-mıydı?
Sözün özü,
Yeni bir millet yaratma… Tarih boyunca gelenekleriyle, yaşam felsefesi ile kendini var etmiş bir milleti yeni baştan ideolojik (bunun getirdiği) otoriter rejimle sağlamaya çalışmak, milli mücadeleye gönül vermiş dava arkadaşlarını tasfiye etmek…
Dava için her şeylerini ortaya koymuşların kenarda, köşede kalmanın ezikliği ile kurulan yeni devletin hazzını, heyecanını yaşayamaması… Acaba bunun vebalini mi ödüyoruz?
Netice…
Kutsal mücadeleye katılmış, kendini bu mücadeleye vakfetmiş her meşrepten, her fikirden insanların bir arada yattığı… Onların mirasçılarının kendilerinden bir parçayı hissettikleri Hürriyet tepesinde ebedi istirahatgahlarında koyun koyuna liderleri/liderimiz Mustafa Kemal’le beraber olmalarıdır hayalim.
Malum, her mimarın bir hayali vardır. Mimarlık fakültesine adım attığımdan bu yana böyle bir projeyi gerçekleştirmekti amacım. Ne yazık ki mümkün olmayacak.