Boş da değildi bakışları ama donuktu, anlamsızdı. Önünden gelip gidenlerin ona meraklı bakışları hiç etkilemiyordu onu. Adeta bir yolcu bekler gibi oturdu taşın üzerinde… Zaman zaman dalıp gidiyor, elindeki kitaba göz gezdiriyordu. Bazen bir ışık parlıyordu gözlerinden,sonra sönen ışığın ardından yeniden dalıyordu caddenin o kalabalığını hissetmeden. Ne kadar zaman geçti, bilemedi. Belki on dakika, belki on saat…Hep bekledi, tam kalkıp gidecekti ki bir ses oturttu onu yeniden yerine. Kaç saattir, yerim deyip benimsediği kaldırım taşına. Dur, dedi içinden bir ses, gitme. Oturdu omuzları çökerek. Beklenen, bilseydi ki böyle bir yürek yoluna düşmüş, gelmez miydi? Umudu ekti yüreğine, dalıp gitti onu ilk gördüğü güne. Nasıl da koşarak gitmişti yanına pırıl pırıl gözlerle. Onu ilk defa görmenin mutluluğu, heyecanı nasıl da sarmıştı yüreğini. Sonra yağan yağmur damlalarını yüzünden sildiğini, iş giysisi ile dışarı fırladığını ve bu sevgiye rağmen ona sarılamadığını. Bu nasıl sevmek, dedi kendi kendine. Kavuşmak yokken sözlükte, bu nasıl sevmek?
Yanındaki merdivende bir işportacı çocuk, “Karton vereyim de otur, üşürsün.” dedi. Bir an gülümsedi, onu da düşünen biri vardı. Bu, hoşuna gitti. Saçlarını okşamak istedi onun, ama yapmadı. Öylece gülümsedi sadece, bir şey olmaz anlamında. Çalan telefonun sesine irkildi, “Nerde miyim? Ben hep burdayım, ben hep yüreğindeyim. Bekle dediğin yerdeyim, gelsene.”
Telefonu cebine koyarken bekleyemedi çıldıran yüreği. Gel demişti ama o gitti onun geleceği yöne. İşte orada, geliyor. Ne kadar özlemişti, koşup atılıverse, sarılsa, “çok özledim” dese. Diyemez ki…Sırt sırta olacaklardı nerdeyse, arkasını dönmüştü, nabzı dışardan duyulacaktı sanki. Bir an daha dönmese geçip gidecekti…Dayanamadı, seslendi. O geri dönüş, göz göze geliş, dünyada başka ne var ki okyanustaki iki martıdan başka… Kimse yok sanki, sadece onlar var. Sıcacık bir gülüşle yetindi, onu görebildiği için ne çok sevinmişti ve şimdi öyle çaresiz kalakalmıştı… Biraz yürüdüler. Hatır sordular mı birbirlerine, ne dediler; hiç hatırlamıyordu.
“Bir yerde oturalım.” dedi, oturdular. Yan yana oturmak istedi yüreği, ama olmadı. Karşısına oturan o güzel gözlerin yüreğindeki dili dinlemek isterdi… Sustular, dar bir vaktin içine sığdırmak istediler özlemlerini, düşlerini. Soğuyan çayın tadı bile buruk değildi sanki, ordan burdan sözlerle anlatmaya çalıştı kendini. Elleri nasıl da tutmak isterdi ellerini ama öyle kalakaldı karşı balkondaki ipte duran tek çamaşır gibi. Ne konuştular ya da konuştular mı? Yoksa sadece bakıştılar da yürekleri mi selam verdi birbirine? Bilemedi. Bir telefon sesi… “Geliyorum.” dedi.
Zaman, bir sonsuz deniz, bir damlaydı o an ve tükenmişti. Kalktılar, “Sen gelme, burdan ayrıl.” dedi. Evet, sen burdan ayrıl. Sarıldı mı ayrılmadan, yoksa sarılmak mı istedi? Gitti… Ardında koca bir enkaz bırakarak. “Sevdiğimi de diyemedim.” dedi. Telefon açtı, bir fısıltı ile “Seni çok seviyorum.” dedi. Bir daha demek istemiyordu bu sözü. Ne ona ne bir başkasına. Sevmek, rezilce bir avuntuydu. Sevmek, kahpe kurşunlardı. Sevmek, içindeki nefreti kusup çiçeklerle bezemekti yüreği. Sevmek, yıldızlarda bile onu görmekti. Sevmek, birlikte yaşamak değildi, onu yüreğinde hissetmekti.
Bir daha dedi, sevmeyeceğim.