Son haftayı kahredici bir cinayete kurban giden bir genç kızın yasıyla geçirdik. Bir taraftan kınamalar, feverânlar, feryatlar içimizde hâlâ insânî hasletlerini koruyabilen çok sayıda kişinin varlığına işaret ediyor. Öte yandan bu gibi menfur hadiselerin gittikçe daha çok yaygınlaşma ve faillerin gözüdönmüşlükte sınır tanımama eğilimi şapkayı önümüze koyup bazı sorular üzerinde derin derin düşünmemizi kaçınılmaz kılmaktadır. Bir kısmını sıralayalım:
- Bu tür olayların faillerine en ağır cezaları uygulamakla problem çözülebilir mi; yoksa memlekette birini bertaraf edince yerine daha fazlasını üreterek çoğaltan bir vasat mı hakim?
- Böyle durumlarda bütün vebâli ve müeyyideyi, suçu mahkemece de tescil edilmiş kişiye/kişilere yükleyerek toplumca temize çıkmış olur muyuz; yoksa yapıp ettiklerimizle kişiler, gruplar, olarak veya toplum kesimleri olarak bu cehenneme odun taşıyanlarımız var mıdır?
- Doğurup yetiştirdiği nesillere kız-erkek ayırımı yapmadan, insanı, çocuğu, kadını, erkeği doğru öğretemeyen, anlatamayan; bilhassa ve bilhassa kadın dediğimiz müstesna varlığı doğru anlatmak yerine sadece “göstermeye” odaklanmış bir toplum bu tutumundan ne devşirmeyi bekliyor acaba?
- Hepimizin bildiği bir şey var; etkili basın istediğini göze sokar, istemediğini gözlerden saklar. Hal böyle iken, yazılı ve görsel medyanın toplumun bu hale gelmesinde rolü olup olmadığını hangi mecrada tartışacağız? Basının bu tartışmaya, bırakın zemin hazırlamasını, müsaade etmesini beklemek bile muhâl iken bu handikapı biz sıradan insanlar nasıl aşacağız?
- Toplumun yüzünü kızartan ve bir hayatın sönmesi ile neticelenmiş bu tür vakalarda kurbanların isim ve fotoğraflarını hesapsızca kullanır ve öfkemizi ifade etmenin bir parçası haline getirip yayarken, neye göre karar veriyoruz? O kişinin ruhunun muazzep olup olmadığı konusunda emin miyiz? Yoksa, mağdura sahip çıkacağız diye onları birer kere de biz mi öldürüyoruz?
- Daha genel olarak; bir kötülüğü lanetlerken meramımızı anlatmanın ötesine geçen aşırı görsel malzeme kullanmakla, o kötülüğe işaret eden, çağrıştıran unsurları yaygınlaştırarak, -niyetimiz öyle olmasa da- ona değer atfedercesine negatif sinerji oluşmasına katkı sağlıyor muyuz? İbret/tahrip/tahrik dengesini doğru kuruyor muyuz?
- Toplum olarak siyasileri topyekün karşımıza alıp; “muhteremler, bu milletin bekâsına, huzuruna halel getirmesi muhtemel olan; tescilli veya potansiyel suçlu ve merhametsiz azınlığın ekmeğine yağ süreceği kesin olan tasarrufları aklından bile geçirme!” diye haykıracağımız günü daha ne kadar bekleyeceğiz?
- Ticarette, trafikte, siyasette, aidiyette, gündelik hayatta topyekün ahlakın yerlerde süründüğünü gören sözü dinlenir insan kalmadı mı? Bu nabzı kim tutar? Her Allah’ın günü bu bozulmanın, çürümenin mağduru olan ve sesi gür çıkamayan milyonların derdine kim muttali olacak?
- Son olarak; kadınlarımız, gözüdönmüş tüketim sektörünün kendi emellerini gerçekleştirmek için kadını pohpohlayıp metalaştırarak, hem hemcinslerinin hem de erkek milletinin gözüne gözüne sokan tuzaklarını farkedip boşa çıkarmayı düşünüyorlar mı?! Aynı soru erkekler için de caridir. Yoksa her şey olması gerektiği gibi oluyor da ben mi yanılıyorum?!
Hep yapmaya alışık olduğumuz gibi, çözümü sorunun tezahür ettiği noktada arama kolaycılığından vazgeçmemiz şarttır. Çatının koruyucu örtüsü kevgire dönmüşse alttan tavana istediğiniz kadar sıva yapın, o çatı akar arkadaş! Çoğu zaman da yukarıda suyun çatıarasına girdiği nokta ile tavanda damlayan yer çok farklıdır. Sosyal hayattaki sorunlara biraz da böyle bakmak lazım..
Hâsıl-ı kelam; uzmanlarının önereceği caydırıcı cezalar öncelikle gündeme alınmalı; zira dizginlenmediği takdirde ‘pervâsızlık’ kendi kendini büyüten bir illettir. Ne kadar ağır olursa olsun ceza tek başına yeterli olmaz. Oradan başlanarak, yukarıda bir kısmını sıraladığım soruları enine boyuna düşünüp çatıdan temele etkili tedbirleri bir an önce devreye sokarak titizlikle takip etme kararlılığı göstermedikçe âsûde ve huzurlu bir toplum olabilmenin mümkün olacağını düşünemiyorum.