Bir fetih günü İstanbul’da doğmuşum. Annemle beni hastaneden çıkartabilmek için babama alyansını sattırmak durumunda bırakan koşullar, henüz ben üç aylıkken annemi de hiç bilmediği bir şehir ve kültüre hicret etmek zorunda bırakmış. Hani “Seven kavuşamaz sevdiğine, işte o zaman aşk olur bunun adı ” demişler ya, benim de İstanbul’a duyduğum muhabbet bu ayrılıkla başlamış.
Her yıl İstanbul’a yaptığımız akraba ziyaretleri, akrabalarımızdaki genel teamülün aksine babamın öncü olduğu kaçamak İstanbul gezileri ve hala nasıl çekindiğimizi bilmediğim fotoğraflar, İstanbul ile bağımı kuvvetlendirirken yaşadığım şehirle aidiyet kurabilmeme de mani olmuştur.
Kırk bin nüfuslu bir ilçede geçen çocukluğum boyunca, kimi zaman Kadıköy doğumlu olmanın gururunu yaşadım; kimi zaman ise 29 Mayıs günü doğmuş olmanın altında bir keramet arayıp durdum. Orta ve lise öğrenimim boyunca her 29 Mayıs’ta okul panosunu hazırlamak için yegâne gönüllü oldum ve bu uğurda sağ işaret parmağımı gazi verdim. (30 derece yamuk)
Bazı geceler çok uzaklarda gördüğüm köylerin ışıklarını İstanbul olarak imgeledim. Bazen de sahip olduğum tek iletişim aracı olan radyomda İstanbul frekanslarını açarak İstanbul’da yaşadığımı hayal ettim. İstanbul’a geldiğim zamanlarda ise; kulak misafiri olduğum plan ve programlardaki tarihlerin, ben döndükten sonraya denk gelişlerini hesaplayıp derin derin iç çektim ama kimseye duyurmadım.
Sonra bir gün hayalim olan bu şehrin hayalim olan üniversitesinde hayalim olan bölümü kazanabilecek puanı aldım; lakin 90’ların sonu, 2000’lerin başında bir öğrencinin istediği üniversitede okuması için gerekli puanı alması maalesef yeterli değildi. Mağduriyet içinde mağdur edildiğim o günlerde, tüm ümitlerimi tüketip dönmeye hazırlandığım bir süreçte yazdığım bir yazımı paylaşmak istedim bugün. Bir Pazar gecesi saat 03:15’te yirmi yaşında bir genç kızın kaleminden ve yüreğinden dökülenler olarak okunması tavsiyemdir.
“İçimi sızlatan bir İstanbul gecesi… Belki de geceler en çok ona yakışıyor. Belki sadece bir karanlıktan ibaret ama yakışıyor işte. Ben bir türlü yakışamadım İstanbul’a. Hala eğretiyim, hala misafir. Vuslat aşkıyla gelişlerim firkat acısıyla neticelenmekte ve ben hayatın en anlamlı fakat en yalın noktasındayım. Var olabilecek her artıyı götürmek için bekleyen eksilerimle sadece nefes almaktayım. Hayattan alabildiğim tek şey bu olsa gerek… 0 Rh (+) olan kan grubum misali; çok veren, az alan gibi hissediyorum kendimi. Sonra Rabb’imden aldıklarımın yanında ne verebildiğimi düşünüyorum. Dünyada bile yolcu iken İstanbul’da hancı olmaya çalışmanın anlamsızlığını fark ediyorum daha sonra. Varlığı yakan yokluğu kavuran bu şehirden ayrılmaya; bir Müslüman’ın maksimum küs kalma süresi kadar kalmışken müebbet küsmek istiyorum kâinata. En çok da İstanbul’a… Belki diyorum küsersem dayanamaz alır beni kollarına. Bir yar gibi olmasa da bir ana gibi alır. Üç aylıkken bıraktığı yavrusunu yirmi yıldır bekleyen ana gibi alır. Vakit varsa ümit de var demektir. Aşığın görevi maşuku beklemekse bekleyeceğim seni İstanbul. Kalemin bittiği, nefesin tükendiği yerde bekleyeceğim. Biliyorum ki; sen de haberdarsın bu intizardan. Haberdarsın ki; parçalı bulutlusun benim gibi. Hissediyorsun ki; ağladın benimle bu gece. “Gitmek mi zor; yoksa kalmak mı?” sorusu belki de hiç bu kadar anlamlı olmadı ve cevabı bu kadar zor. Beni iliklerime kadar titreten rüzgârın, yüreğimdeki alevi her geçen dakika körüklerken gitmenin esasında kalmak olduğunu anlıyorum.
Seninle doğmuş, sende doğmuşken ve bu koca sevda sol tarafımda iken her gidiş bin geliştir. Her yol sana gelir. Sende seni yaşatmadılar fakat ben hayallerimin acımasızca idam edildiği, duygularımın topluca kurşuna dizildiği o şehirde seni yaşamaya hazırım. Sen yeter ki; Tevfik Fikret’in dediği gibi ‘Bin kocalı bakire’ olmaya devam et. Kara ve soğuğa inat kardelen gibi dik tut başını. Sana yar olmak isteyen, benim gibi reveranslar eden daha niceler olacaktır. Varsın geciksin vuslatlar.”
Yüreği de kendisi gibi güzel insan Rabbim seni ve sevdiklerini hep korusun inşallah