Bilmediğimiz bir yere gitmeden önce, aslında biraz kurarız ne yapacağımızı. Klasik bir plandan söz etmiyorum; hatta biraz da olsa kurarız ne hissedeceğimizi. İyi-kötü yazma huyumuz da varsa kenarından-kıyısından notlar da alınır. Biraz daha çaplı yazma eylemleri olursa bu notlar günlük denen şeye dönüşür.
Gelmeden önce yazayım dedim günlüğü. Kendimi orada varsayarak. Oraya geldiğimde ise ne yazacağımı bilmiyorum. Belki yine yazarım. Mesele şu ki: şimdi-ve ilerleyen günlerde- bilmediğim bir yerde geziyormuşum gibi bir deneme yapacağım. Tur şirketlerini de kandırmış olacağım; bir fiyata iki tur atmış olacağım. Hah, ha! çok uyanığım ben.
Benim söylediğim şeyler çok basit şeyler. Siz, diyelim ki 2 yıl önce Berlin’e gittiniz. Geri geldiniz. Belleğinizde yazılı sözlü- yazılı şeyleri zaman zaman hatıra getirdiğinizde yaşadığınızı duyumsadığınız o keşfetme hislenimlerini yeniden yaşama olasılığınız oluyor fakat belki de oraya hiç gitmeyen birisi de en az sizin kadar aynı zevklenmeyi yaşıyor olabilir.
Tek başıma gitmek en iyisi olacak çünkü herkesin ilgi alanı farklı..demeyeceğim; çok farklı.
Ya da gerçekten bakmayı bilen en fazla bir kişiyle gitmekte fayda var. Öyle bir kişiyi de bulmak biraz zor benim için. Zorlamanın alemi yok. Sonuçta, demedik mi?, bu benim günlüğüm diye. Geriden-günlük. Temkinli günlük. Sonuçta: günlük.
Uzun zaman durmakta fayda var. Fakat kıçıkırık bir memurun günlükte dahi olsa orada durup durabileceği 1 haftadır.
Belki 7’yi bile bulamam. Kıçıkırık memurlar yaratıcı da olurlar. Şimdi… ben ne kadar çok Berlin Günlüğü yazarsam, bir de orada olduğum gün sayısını da hesaba katarsak, kalabileceğim/kaldığım gün sayısını daha gelmeden artırmış olacağım.
Uzun zaman durma isteği şuradan ileri geliyor: Güzel bir şehir Berlin. Öyle bir şehri 3-5 günde gezmenin… bir anlamı var fakat genişten gezmek “orada olmanın” hakkını vermek anlamında bakıldığında gerekli. Düşünsene!.. 3-5 günün var. Ağır ağır, hakkını vererek gezmek yerine dana gibi gezmek zorundalığındasın…
E, o zaman niye gittin!? Nereyi dana gibi gezersen gez elde kalan danalıktır; gezmek değildir.
Japonlara benziyorum ben bazı konularda. Bir inşaat-kazı çalışması sırasında Ren Nehri’ne doğru inen, aslında o kadar da ahım şahım olmayan bir Roma (veya Bizans..)yolu ve benzer birkaç yıkık obje buluyor, yol kenarına da bir tabela dikeltip bu buluntular hakkında rehber yazılar yazıyor Almanlar. Almanca bilmediğim için sadece bakıp geçmekle yetiniyorum. Başka bir dil yoktu, diye de hatırlıyorum.
En az yirmi Japon yumulmuşlar tabeleya, anlamaya çalışıyorlar. Belki de o yol ayak yoluydu; nereden biline.
Benim Japonlara sevgim lise yıllarımdan geliyor. Bir yerlerde anlatmıştım. Ayrıntıya girmeye gerek yok. Bazen de sevmiyorum Japonları.
Krize sokuyorlar beni. Yolda, televizyonda veya gazetede gördüğüm herhangi bir japon değil beni krize sokan. Çok çalışkanlar.
Üretkenler. Onların ahlak yapılarında-felsefelerinde hedefte bir Japon mu var, yoksa bir İnsan mı var? merak ediyorum.
Hani zaman zaman, felsefe parçaladığımız zamanlarda, bir İnsan şöyle olmalıdır böyle olmalıdır… diye diyaloglar geçer, genelgeçer. Bazen de bir Türk şöyle olmalıdır, bir Türk böyle olmalıdır.. diye bizim aramızda. Japonlar, daha çok, Japon’dan mı bahsediyor yoksa İnsan’dan mı? Mesela bir Japon Roma/Bizans yolunu incelerken neyi neyle karşılaştırıyor?.. Amaç sadece bilgi edinmek değildir diye tahmin ediyorum. Ne arıyor bu Japonlar?
Tembel olduğum zamanları hatırlattıkları için beni sinir ediyor Japonlar. Yoksa yani Japonların bir suçu yok.
Gidişatı görüyorsunuz. Hepi topu yarım saat oldu. Bir gün bile değil. Kırk yerde gezme, kırk akıl üretmeye meyil verdik. Bu günlük işi çok karlı bir iş. Bir günlükte bir günde gezilebilecek yerleri ücretsiz gezebiliyorsunuz.
Bu akılları çocuk da bulur, denebilir.
Valla ben de derim ki: ne kadar algınızı açtığınızla, açık tutabildiğinizle ilgili, bazı şeyler. Ben gelmeden de gezebilirim; fakat gelsem de iyi olur. Tekrar tekrar, uyanık olduğumu söylememe de gerek yok.
Bremen Bazukacıları varmış. Yakın. Bir de bu işin yanı yöresi de var. Hitler’in Ufoları, Atatürk’ün çok sevdiği bir saray. Kafka var. Galata Kulesi’ne çıkıldığı gibi Brandenburg atlarının olduğu yere de çıkılıyor mu? Araştıracağız bunları. Soğuk Savaş var.
Bergama buluntuları var(Bergama, ta o zamanlar Berlin’in bir kazasıydı). Bunlar şimdilik aklıma gelen şeyler. Daha çok var… Bir köprünün ayakları var. Orada bir bank var. Alman güvercinleri daha iri oluyor, fark ettim bunu.
Köln’de, kaldığım evin balkonunda otururken bahçedeki ağacın bir dalına kondulardı iki tanesi.
Boyunları beyaz halkalıydı. Bahçede, kimdi o yahu-adını unuttum, babası İspanyol anne Alman bir kadın. Disiplinli bir kadın. Öğretmen. Çocuğunun odasını görmüştüm dışarıdan. Çok displinli.
Görüşelim günlük. Ayrıntıları konuşuruz.
***
Bakmak’tan başka bir şeyimiz yok; her şey, bakmaktır. Fakat yine de bakılmalıdır her şey.