Ben, Ahmet’e: gidin de onu sopalayın, demedim. Aradan uzun yıllar geçti. Birden dank etti kafama. Onu Ahmet dövdürmüştü. Veya belki de kendi de oradaydı… fakat sanmıyorum.
Ahmet, normalde sevilecek bir adam değildi. Etrafındaki kişilerin de onu sevdiğini sanmıyorum. Şimdi de sanmıyorum. O, birini sever gibi görünüyorsa ondan korkuyordur da o yüzden sevilir gibi durur. Ve mutlaka bir çıkarı vardır.
Tekrar gelelim şu dövdürme meselesine… ben, Ahmet’e: gidin de Oktay’ı dövün demedim. Ahmet bana büyük bir eşeklik yapmıştı. Ben de ona cevap olsun diye o anlamadan bir eşeklik yapmıştım. Fakat o bu eşekliği benim eşekliğim olarak bilmemişti. Geç farketti. Fakat öyle bir konumdaydı ki ne bana ne de ona benden dolayı yapılan eşekliğe bir şey diyemedi.
Her nasıl olduysa kendini bana borçlu hissetti sanırım. Bir şey daha var: o, bir şey dediğim şeyi de ben geç hatırladım. Bir gece yarısı, bunlar , Ahmet ve çetesi, evlerinde otururlarken kapıları çalınıyor. Açıyor arkadaşlarından biri kapıyı. Bir bakıyor ki ben. Ne arıyorum orada ben? Hatırlamıyorum.
Hiç konuşmadan içeri girmişim ve oturmuşum. Oturmuşum. Öyle sessizce. 5 dakika geçmiş geçmemiş, ben yine yavaşça ayaklanmışım ve kapıya doğru yürümüşüm. Çıkıp gitmişim. Öyle çok uzaklara değil. Kaldığım ev 5 dakika ya var ya yok.
Oktay’ı iyi dövmüşler ama. Dövmüşler dediğim de belki 15 yıl oldu. Ben Ahmet’e dediydim ki, kimdir bu adam. Telefon edip kubarıp kubarıp duruyor. Sevmem ve bir şey de demem şu telefon kabadayılarına.
Telefonda kubarması değil de… aslında bazı kötü şeyleri ben ortaya çıkardıydım. Sevmiyordum bu adamı. Bir anormallik vardı. Fakat yine de dövmek gibi bir niyetim yoktu. Bir hastalık vardı bu adamda da… adını koyamıyordum.
Kız kardeşi Ankara’daydı. Nezaketen ona da bir uğramak istedim. Uğradım da. Yani… ilkin normal görünüyor filan da… O da huylandırdı beni. Bir çayını içip ayrıldıydım oradan.
Gelelim şu dayak meselesine… Ben, Ahmet’e: gidin de şu adamı dövün, demedim. Ahmet o sıralar ağır mafyatik işlerin içindeydi. Sanırım biraz da bu yüzden…kendine vazife çıkardı. Biraz da yani şekil olsun filan diye ağzını burnunu kırmışlar Oktay’ın. Benim haberim yok.
Sonra sonra, ki bunu da çok sonra anlayacaktım, görevini veya vefasını veya borcunu ifa etmekten duyduğu bir ruh halinin yüzüne yansıması…sonra hatırladım.
Bazen kendime kaplumbağa diyesim geliyor. Her şeyi görüyorum peşlerinden…fakat onlar uzakta oldukları için onların aralarındaki şeyleri izlerinden, kafama bıraktıkları kelime, hal, hareket vb şeylerden çıkarıyorum.
Ahmet beni masum bir kaplumbağaya benzetmiş de olabilir. Çocukluğuna götürmüş olabilir bu andırış onu. Yoksa yani Ahmet sevilecek bir adam değil. Olsa olsa budur.
Ben, Oktay’ı dövün demedim. Oktay’ın babası, ki onun yüzünü hiç görmedim, bunların ağır ruh hastası olduğunu biliyor fakat. Sadece Oktay’ın değil, o Ankara’dakinin de… kendisi dışındakilerin hepsinin hatta.
O sopanın ona pek de hayrettiğini düşünmüyorum fakat. Belki de düzelmiştir. Bilemiyorum. Kendime de kızıyorum bazen; o kadar karanlık adamların arasında dolaştın da şu dillerini bir çözemedin. Yani o zamanlar çözemedin, şimdi çözer gibi oldun. Aferin. Kaplumbağa olmak da iyi bir şey aslında. Diğerleri koşarlar koşarlar koşarlar…kaplumbağayı hep önlerinde bulurlar. Dünya yuvarlaktır çünkü. Ha bir de… dünya küçüktür..