Memleketimden İnsan Manzaraları 488
Ben Ne Güne Duruyoruz Burada
İki haftadır çocukluk anılarıyla bizi meraklandırıp biraz üzen, biraz sevindiren Şanlıurfa’nın Birecik ilçesinden bir kardeşimiz vardı; değil mi? Hani yoksul ve yetim bir köylü çocuğu olan Ahmet Deveci… Nasıl da kurtulmuştu; köyün toprak ağasına bir ömür uşak olmaktan! Yoksul ve yetimdi ama şanslıydı yine de. Çünkü bilinçli ve dirençli bir annesi vardı onun. Oğlunu okutmaya, ağaya köle yapmamaya yeminliydi sanki. Gözü kara mı kara…
Deveci, mecburen azap durduğu ağadan unutulmaz bir dayak yemişti. Bu yetmemiş gibi Dicle Öğretmen Okulunda beden eğitimi öğretmeninden de okkalı bir tokat… Anımsadık öyküyü, bir daha işte!
Birçok güzel ileti aldım; söyleşimizi okuyan dostlardan. Bu hafta onları duyurmak istedim size. Kimler neler düşünmüşler, aktarayım izninizle:
İlk söz, Deveci’nin okul arkadaşlarından Yerbilimci Prof. Dr. Ali Yılmaz’ın olsun:
“Sevgili Hocam;
Beni de yıllar öncesine götürdünüz; bu gerçek anılarla. Dicle’de 1960’lı yıllarda genel olarak yoksul aile çocuklarıydık hepimiz. Ama Ahmet Deveci, yoksul mu yoksul bir aile çocuğu olduğunu hiçbir zaman hissettirmedi çevresine. Hüseyin Bozoğlu çok iyi bir beden eğitimi öğretmeni idi. Öğrencilerin yeteneklerini kesinlikle görürdü. Bir gün Hüseyin Öğretmenle aynı takımda basket oynarken, top bana geldi. Potadan uzakta olduğum için benden pas istedi. Ancak ben uzaktan da olsa topu potaya atmayı tercih ettim. Öğretmenim kızgınlıkla üstüme doğru yürürken top basket oluverdi. Hüseyin Öğretmenin o müthiş öfkesi yerine güzel bir gülümseme geçip oturdu yüzüne. Böylece kurtulmuş oldum ben de.
Ahmet Deveci arkadaşım tüm yaşamı boyunca sağlam, dimdik durmuş; bir meslektaşımız. Bu vesileyle onu saygıyla, sevgiyle anıyorum.”
Yine Dicle’den, Deveci ve Ali Yılmaz’ın arkadaşı Zir. Müh. Ahmet Akgün ne diyor; bakalım?
“Sayın Hocam;
Ahmet Deveci’nim anılarını okurken gözlerim yaşardı. Bir annenin oğlunu sefaletten kurtarmak için yollara düşerek para bulması ne kadar değerli!.. Arkadaşımızı bir tokatla betona yapıştıran Hüseyin Bozoğlu hocaya gelince, bizi görmesin diye adeta saklanırdık. Eğer yaşıyorsa canı sağ olsun! Sandık benzeri bir spor malzemesi vardı; koşarak gelip üstünden takla atarak atlanılan. Ben asla yapamaz, atlayamazdım. Onun yüzünden neredeyse Ankara Yüksek Öğretmen Okuluna seçilemiyordum.
Sayenizde, hatırınız için geçer not aldım da kurtardım yakayı. Hepimizde emeğiniz var. Teşekkürler hocam. Saygılarımla…”
Bu kez Hasanoğlan Öğretmen Okulu çıkışlı eğitimci yazar Fazilet Özkan Por alıyor sırayı:
“Sevgili Öğretmenim;
Beden eğitimi öğretmenlerinin genel tutumu olsa gerek; kaba saba konuşmak, eli dayağa yatkın olmak! Ne tokat ama!.. Yere düşüresiye, burun kanatasıya… Üstelik basketbol takımına almak için atılıyor; o tokat. Bu ne acımasızlık! Öyle olmayanlar da vardır elbet. Ahmet Bey, az şanssızlık yaşamamış; çocukken de Dicle’de öğrenciyken de… Köyde ağadan,
-2-
okulda öğretmenden dayak, ne kötü!.. Geçen onca yıllar o acı anıları silemiyor. Üzüldüm.”
Erzincanlı yazarımız Esat Yavuztürk ne düşünmüş acaba? Kendisinden dinleyelim:
“Bu haftaki söyleşinize başlarken, ‘Diyarbakırlı Kızımız Narin’in Anısına’ başlıklı dizelerinizle ülke insanımızın acıklı durumunu şiirsel olarak çok güzel dile getirmişsiniz. Devamında öğretmen Ahmet Deveci’nin yürek yakan ama ders alınacak yaşantısına dönüp okuduğunu yorumlayabilen okurlarınıza güzel bir ders veriyorsunuz.
Hocam, Elazığ bölgesinin bir bozlağı var: ‘Hele oğul, çek de gör. Çeken bilir!’ diye devam eder. Evet, çeken bilir. O acıları çekmeyen nerden, nasıl bilsin; değil mi? Ellerinize sağlık!”
Antalya/Akseki’den de aldım; bir ileti. Hemşerim Âlim Doğan Özcivan’ı dinleyelim şimdi de:
“Etkili bir öykü, Deveci’nin anısı. Beni de alıp götürdü; 55yıl öncelerine.
Yıl 1968… Lise bitti. Üniversite sınavına gireceğim. PTT’ye 100 TL giriş harcı yatırmak gerekiyor. Antalya sebze halinde çalışıyordu babam. ‘Baba, sınav için 100 TL yatıracağım’ dedim. Babam şöyle bir duraksadı. Yok ki yanında, çıkarıp versin. O sırada köylümüz Niyazi Atik amca geçiyordu yanımızdan. Babam ondan istedi. Hemen çıkarıp verdi komşumuz. PTT’ye koştum ben de. ODTÜ giriş sınavı 150, İTÜ 100 lira idi. Hem İstanbul, hem daha ucuz olduğu için İTÜ’yü seçtim. Okuyabilmek için, burslar aldık kardeşimle. Bunun için kefil gerekiyordu. Ormanalı Rafet Keleş ile Ahmet Uluçay ve İTÜ Uçak Profesörü, Gelvesli hemşerimiz Ahmet Nuri Yüksel’di kefillerimiz. Okulu bitiremezsek, bu iyi insanları çok üzer, güç durumda bırakırız diye dört elle sarıldık derslerimize. Alnımız ak, başımız dik olarak başarıyla bitirdik üniversiteyi. Kefillerimizin hepsi de müşfik, yardımsever ve çok kıymetli insanlardı. Ruhları şâd olsun. Niyazi Amca için köyüm Ürünlü’de yol kenarına bir hünnap fidanı diktim. Sağlıklı ama geç gelişiyor. Ne yapsam, hiçbirinin hakkını ödeyemem.”
Sırası gelmişken ben de sevgi ve saygıyla anayım kefilimi:
1953’te Aksu Köy Enstitüsü sınavını kazanınca, kayıt olabilmem için bir kefil istenmişti bizden. Babam, “İşte bu zor iş… Kim almak ister, böyle yüklü bir parasal sorumluluğu üstüne!” diye kara kara düşünürken, yakın akrabası Mesude Teyze ve eşi Arzuhalci Osman Güven’in oğlu Akseki Adliye Başkâtibi Nâzif Güven, “Düşündüğün şeye bak, Osman Emmi. Ben ne güne duruyorum burada? Sen yıllardır köyümüzde anneanneme de anneme de yardım edip durursun. Kırk yılda bir bana da bir görev düşmüş, çok mu? Kimseye yüz sürmene gerek yok” deyip ne gerekiyorsa yapıverdi hemen.
Doğrusu ya, o günlerde bu büyük iyiliğin değerini pek anlayamamıştım. Yıllar geçtikçe anlayabildim ancak. Ne kalın kafalıyım ben, değil mi? Ayıplarım kendimi, her aklıma geldikçe.
Biraz geç oldu ama elden ne gelir ki!
Annemi, babamı, ablamı, kız kardeşimi, yakın akrabalarımı, değerli öğretmenlerimi ve erken erken göçüp giden can arkadaşlarımı nasıl sevgi ve saygıyla anıyorsam, epey bir zamandır kefilim Nâzif Âbi’yi de unutmuyorum hiç.
Halkımız,“Türk’ün aklı sonradan gelir” der ya, ben gerçekten de Türk’üm galiba!
Hüseyin Erkan
0535 371 74 83