Memleketimden İnsan Manzaraları 478
Ben Hiç Böylesini Görmemiştim
Ben hiç böylesini görmemiştim gerçekten de. Bırakın görmeyi, daha düne değin öyle bir olayı duymadım da okumadım da. Anlatacağım, anlatacağım size bu gerçek anıyı.
Nerden ve kimden mi öğrendim? Emekli bir öğretmenden… Adı Kaddur Aksoy… 1972’de Diyarbakır’a bağlı Ergani ilçesin yakınındaki 1940’ta Dicle Köy Enstitüsü olarak kurulmuş Dicle İlköğretmen Okulu mezunu.
Mardin’in Savur ilçesinin eski adı Kavsan olan İşgören köyünden… Babası 1966’da köy muhtarıdır. İlkokulu bitirir; o yıl. Öğretmeni, “Bu çocuğu okut Muhtar. Okutmazsan hakkımı helal etmem sana.” diye ısrar eder. Babası ikna olur da sonunda, ya annesi! Biricik oğlundan ayrılmak istemeyen ana, “İnşallah sınavı kazanamaz!” diye dua eder; gece gündüz.
Nedense bu duayı kabul etmez Tanrı. Akrabası bakkalın oğlu Şehmus’la birlikte yazılı ve sözlü sınavı da kazanır oğlu. Ve çocuklar, bağrı yanık analarını yaşlı gözlerle bırakıp arkalarında, yaptırırlar okula kayıtlarını.
İlk dersleri beden eğitimi… Beden eğitimi öğretmeni, öğretmen denmeyecek bir yaratık… Neden mi? Köyden yeni gelmiş, o güne kadar basketbol sözünü hiç duymamış, basketbol topu ve sahası görmemiş bu çocuklara, “Söyleyin bakalım, basketbol sahasının eni ve boyu kaç metredir?” diye sormasın mı?
12 yaşındaki Savurlu bu köylü çocukları, soruyu bile anlayamadıkları için hiçbir yanıt veremezler. Bunun üzerine o ‘Sözde Öğretmen’, “Şaban herifler! Soruma cevap vermezsiniz, öyle mi? Kafalarınızı ayaklarım altında ezerim sizin!” diye tehdit eder onları.
Köyünüzden ilk kez çıkıp gelmiş bacak kadar çocuksunuz. Ne ana var ne baba… Ne dayı, ne amca… Siz olsanız korkmaz mısınız?
Özellikle Şehmus çok korkar, çok üzülür. Gece boyunca kâbuslar görerek uyanır, arkadaşını da uyandırır; hıçkıra hıçkıra ağlarlar birlikte. “Okunmaz bu okulda” deyip güya kaybettikleri babalarının noterde yaptırdıkları yüklenici senedini vermezler; okul müdürüne. Bu senedi yeniden yaptırıp gelmek bahanesiyle geri dönerler köylerine. Bir daha gelmemek niyetiyle. Girişken bir akrabaları, iki çocuğu da alıp getirir; okula yeniden.
Görürler ki çocuklar, öğretmenlerin çoğu –beden eğitimi öğretmeninin aksine- ana babaları gibi sevgiyle yaklaşıyor onlara. Kaddur ve Şehmus da dört elle sarılırlar derslere.
Bir, iki, üç derken, 1972’de son sınıftadırlar. Üstelik o ders yılını da çoktan yarılamışlar. Üç ay sonra öğretmen olarak mezun olacaklar. Ancak Kaddur Aksoy’un önemli bir sorunu ve üzüntüsü var. Kendisinden dinleyelim; ne olduğunu:
“Yeni aldığım her gömlek ve ceketin kolları gizlice kesiliyor; ayakkabılarım da kesilerek terlik yapılıyordu. Elbiselerimi koyduğum çelik dolaba kilit vurdum. Terlik şeklindeki ayakkabıyı, kolu kesilmiş ceketi giyemezdim. Babamdan sürekli para istiyordum. O da nedenini sormadan gönderiyordu.”
Elbise dolabını kilitledikten sonra, bu kez sınıfta oturduğu sıradaki kitap, dosya ve defterleri yırtılıp çöpe atmasın mı?
Öğretmen okullarında önemli bir müdür yardımcısı olan Eğitim Şefi’ne gidip anlatır;
-2-
başına gelenleri. Öğrencisini dikkatle dinleyen deneyimli Eğitimci ile şöyle bir konuşma geçer aralarında:
“Bu okulda yakın bir akraban var mı?” “Evet, var… Hem köylüm, hem akrabam, hem de çok yakın arkadaşım.”
“Tamam… Git, o arkadaşını gizlice takip et.”
“Hayır hocam! Onunla her gün birlikteyiz. O bana asla zarar vermez. Bu duruma kendisi benden daha çok üzülüyor. Ondan asla şüphelenmem.”
“Sen beni dinle!” deyip son noktayı koyar Eğitim Şefi.
‘Olmaz, olamaz’ diye düşünür; öğretmen adayımız ama yine de bir kurt düşer içine.
Çift katlı bir ranzada altlı üstlü yatmaktadırlar yıllardır. Sabah erkenden ranza sallanınca, çaktırmadan bakar ki Kaddur, arkadaşı acele giyinip çıkar yatakhaneden. O da hemen kalkıp takip eder arkadaşını. Doğruca sınıfa girdiğini görür. Pencereden gizlice izler onu. Sırasından bir kitabı alıp yırtmaya başlayınca dayanamayıp koşarak girer içeri:
“Arkadaşım! Niçin yırtıyorsun kitaplarımı? Yoksa elbiselerimi, ayakkabılarımı da mı sen kesiyordun?” diye sorar.
“Evet, hepsini ben kestim.”
“Ama neden? Biz arkadaş değil miyiz?”
“Hayır, arkadaş falan değiliz biz.” sözü üzerine ilk yumruğu vurur; suratına arkadaşının. Ve sınıf arkadaşları gelip ayırıncaya kadar sürer bu savaş. Niçin böyle yaptığını uzunca bir süre dargınlıktan sonra barıştıklarında, özür dileyerek şöyle açıklar arkadaşı:
“Evet, altı yıl boyunca hep seni kıskandım. Neden mi? Babam bana 10 lira gönderirken, sana 100 lira geliyordu. Senin çok güzel elbiselerin vardı; benim yoktu. Senin arkadaşların çoktu, benim yoktu. Kısacası seni hep kıskandım.”
O okulda ben de üç yıl öğretmenlik yaptım; 1961-1964 yıllarında. 52 yıl önce yaşanmış bu olayı ben yeni öğrendim. Nereden ve nasıl olduğunu merak ederseniz, işte yanıtı:
Dicle İlköğretmen Okulu mezunu öğretmenlerce hazırlanan “Hoşot (Dicle) Anıları” adlı kitaptan…(*)
Kıskançlık çok sinsi ve çok kalleş bir düşmandır; diyorum da inanmıyorsunuz bana, öyle mi? Pekiyi, bu gerçek anıya ne diyeceksiniz?
Daha insanın içini sızlatan, gözünü yaşartan nice anılar var bu eserde.
Alın, bulun, okuyun lütfen. Çok beğeneceksiniz.
———————————————————————————————–
(*) Köy Enstitüsü’nden İlköğretmen Okulu’na: HOŞOT (DİCLE) ANILARI, Siyah Beyaz Kuşağın Renkli Dünyası, Derleyen: Refik Türk, Ozan Yayıncılık, İstanbul 2024, 320 Sayfa
NOT: Söyleşinin başlığı Attila İlhan’ın yıllardır ezberimde olan öykümsü Emperyal Oteli şiirinin ilk dizesidir. Şöyle başlar o şiir:
Ben hiç böylesini görmemiştim;
Vurdun, kanıma girdin, itirazım var!
Hüseyin ERKAN
0535 371 74 83