Batı, tarihi, ilginç bir şekilde kendisine zenginliğin ve sömürgeciliğin kapısını açan 1492 ile başlatır. Batı’ya göre dünya tarihi modern tarih ve öncesi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kendisinin yükselirken dünyayı sömürgeleştirip kontrol altına aldığı dönem “modern tarih”,ondan öncesi ise klasik, ortaçağ vs. gibi adlarla anılan eski tarihtir
Tarihin bu şekilde tarif edilme çabasının temel nedeni, Batı’nın ben merkezli bir dünya yaratmak istemesidir. Buradaki ben kavramı kişi ben’i olmayıp, Avrupa egemen kültürü anlamına gelmektedir. 15. Yüzyıldan itibaren burjuvazinin şefkatli kollarında yükselişe geçen Batı, dünyayı kendi arzusuna göre yeniden tanımlamış, haliyle yeni mantaliteler de icat etmiştir.
Bunlardan en önemlisi bilginin Batı’nın özel çıkarlarına göre fonksiyonelleştirilmesidir Bilgi, kapitalizmin itici gücü ile yükselen Batı’da, yeni bir egemenlik sistemi olarak doğup gelişen iktidarın meşrulaştırılması için bir araç olarak kullanılmıştır hep. Bilgiye bağlı olarak, hukuk da bu yeni silahın gözetiminde yeniden üretilmiştir. Hukuk yani burjuvazinin hukuku, modern hukuk diye tanımlanmıştır. Ayrıca bu dönemde Eski Yunan’dan beri bilinen ve yer yer uygulanan demokrasi, Batı’nın iktidar aracı olarak yeniden tanımlanmış, önerdiği hukuk sistemiyle birlikte tüm dünyaya pazarlanmıştır.
Batı Merkezli Dünya Tasviri
Haritacılıkta eski bir gelenek vardır. Her ülke haritanın merkezine kendini koyar. Batı da benzer şekilde insanlığın, hukukun merkezine kendisini koymuştur. Coğrafi keşiflerle yeni zenginlik kapıları bulan Batı, Osmanlı’nın doğuda yarattığı baskıdan kurtulmuştur. Özellikle denizlerde yeni bir dünya kuran Batı, hızla zenginleşirken Osmanlı’nın zenginliğini de takviye eden doğudaki kaynakları hızla ele geçirerek refahını artırmıştır. Bu değişim Batı’nın gelişmesinin önünü açmış, ele geçirdiği zenginliğin içeride siyasal anlamda karşılığını monarkları sınırlayarak elde ederken, bilimsel bilgi diye pazarladığı propaganda malzemeleri ile de bütün dünyayı da kendi arzularına göre formatlamıştır. Her ne kadar bunda başarıya ulaşması yüzyıllar almışsa da dünya sistemi içerisindeki hakim konumu sayesinde kavramları kendine göre üretme ayrıcalığını elde etmiş ve bu ayrıcalığa dayanarak da bir çok şeye kendine göre anlamlar yüklemiştir.
Bilgi, iktidar ve demokrasi ile hukuk bundan en fazla payını alırken, bütün bu kavramlar niteliklerine ve ahlaki boyutlarına aykırı bir şekilde yeniden anlamlandırılmışlardır.
Yeni Çağ Yeni İktidar Biçimi
Modern Batı’nın doğuşuyla dünyada tek elden iktidar çağı da doğmaya başlamıştır Yükselen burjuvazi, bütün Avrupa’da söz birliği etmişçesine kralların önüne kendi zenginliklerini korumaya dayalı taleplerle çıkmıştır.
Yeni egemenlik anlayışının temeli demokrasi ile oluşturulurken, yeni egemen sınıf, toplumların önüne getirilen sistemle kendilerinin ayrıcalıklarını topluma onaylatarak bunu koruma altına almayı birinci öncelik olarak görmüştür. Aydınlanma Çağı’nın siyasal felsefesi olarak yükselişe geçen liberal demokrasi ile krala tanınan ayrıcalıklar, kraldan alınarak mülkiyet odaklı yeni sermayedarlar sınıfına teşmil edilmiştir. Sonuç olarak demokrasi de halkın kendi kendini yönetmesi retoriği içerisinde aslında halkın yeni egemen sınıfın mülkiyet haklarını koruma altına alması şeklinde bir pratiğe dönüşmüştür.
O döneme kadar tanrı devleti esasına göre şekillendirilen devlet, yavaş yavaş rasyonalite de denilen yeni düşünce biçimine göre insan aklına dayandırılmıştır. Her ne kadar bu kulağa çok hoş gelse de bu sadece kralların elindeki iktidarın el değiştirmesi için toplumlara yutturulan bir afyondur. Bilgi-iktidar ilişkisinin soy kütüğünü inceleyen Foucault’un aşağıda ele alacağımız bu konudaki tespitleri oldukça ilgi çekicidir.
Hukuk da demokrasiyi yeni egemen sınıfın mülkiyet ayrıcalıklarını korumaya alacak şekilde içerik değiştirirken, insan odaklı hukuktan mülkiyet odaklı hukuk anlayışına geçilmiştir. Bu oldukça kapsamlı bir konu olduğu için buna kısaca değinmeyi yeterli buluyoruz.
Bilgi konusuna gelince, Batı, bilgi konusunda o kadar ukala davranmaktadır ki, kendi ürettiğinin dışındakini bilgi olarak görmeye bile tenezzül etmemektedir. Bu noktada Batı’yı yükselişe geçiren kapitalizmin ahlaki temellerini inceleyen Max Weber’in sözleri çok ilginçtir. Weber, kapitalizmin ruhunu anlattığı “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” isimli referans değeri olan kitabının daha önsözünde hiç de ahlaki olmayan sözler etmektedir. Weber, “Bizim bildiğimiz manada bilgi, sadece Batı’da vardır, Eski Mısır ve Sümerlerden bu yana dünyanın birçok yerinde bilgiye benzer üretim kırıntıları olsa da bilgi, Batı’ya özgü bir değerdir.” mealinde sözlerle kapitalizmin ben merkezliliğini açık bir şekilde ele vermektedir.
Aydınlanma Çağı’nın dinsel düşünüşü olan Protestan Ahlakı’nın, Kapitalizmin Ruhu’nu oluşturduğu şeklinde bir tezi olan Weber’in bu sözleri bile tek başına Batı’nın bilgi konusundaki çarpık ruh dünyasını ortaya koymaktadır.
Her ne kadar Weber, “bizim anladığımız manada” sözleriyle deneysel bilgiyi öncelese de Batı haricinde üretilenleri bilgiye benzer olarak şeyler olarak ifade etmesi, kapitalizmin sözcülüğü rolüne uygun bir yaklaşımdır. Çünkü, Yeni Batı, Batı merkezli bir dünya tasviri üzerine kuruludur ve özünde, gelişmiş insan formuna ulaşmış Batı’nın, gelişmemişlere medeniyeti götürme misyonuna (sömürgecilik) sahip olduğu inancı vardır. Öte yandan kapitalizmin kendini pazarlama bilimi olarak göreceğimiz iktisat bilimi de disipliner kimliğine Sanayi Devrimi ortamında kavuşmuş ve ileri sürdüğü retoriğin insanın temel bileşeni olan ahlakilikle zerre kadar ilişkisi yoktur. Temel varsayımı da kar ve fayda maksimizasyonudur. Özet olarak bugünkü Batının kuruluş felsefesi insandan oldukça uzak bir noktadadır.
İktidarın Mahiyeti: Disiplin ve Düzenleme
Kapitalizm öncesinin iktidarı, genel olarak tek egemene dayalı iktidarlardır. Aydınlanma Çağı, bu tek egemenin sınırsız egemenliğini sınırlama üzerine odaklıdır. İnsan odaklı bir retoriğe sahip olan bu düşünce sisteminin iktidar anlayışı, demokrasi ile egemenliğin topluma devredilmesini savunmuştur. Nihayetinde rasyonalizm başarılı oldu ve egemenlik, mutlak egemen kraldan (sözde) topluma devredildi.
Bu noktada iktidar-bilgi ilişkisinin soy kütüğünü ele alan Foucault’un 15. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan yeni iktidar tipolojisi ile ilgili tespitleri kayda değerdir. Foucault, yaptığı analizlerde, iktidarın iki temel yönelime sahip olduğunu, bunların disiplinci iktidar ve düzenleyici iktidar olarak insan süjesini tamamen iktidar lehine kısıtlamaya ve düzenlemeye odaklandığını ileri sürmektedir.
Disiplinci İktidar
Buna göre, yeni egemenlik anlayışı, kendi hayat damarı olan kapitalizmin üretkenliğini devam ettirmek için kendi gerçekliklerini yaratmıştır. Yeni iktidar insanları bu gerçekliklere göre bir disiplin içerisine almaya odaklıdır. Disiplinci iktidarın insanı kapitalizmin üretici motoru olarak ele aldığını ileri süren Foucault’un açıklamaları Batı’daki yükselen yeni değerlerin özünü çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. İktidar, bireyleri anatomik bir kavram olarak ele almakta ve bireyi tek tipleştirme işlevini üstlenmektedir. Bu çerçevede, bireyin farklılıkları yok edilmeye çalışılmış, farklılıklar ağır bir şekilde cezalandırılarak, insan standart anatomik özellikler içerisinde kalması gereken bir varlık olarak görülmüştür.
Düzenleyici İktidar
Foucault’un ortaya çıkan iktidarla ilgili olarak açıklamasını yaptığı ikinci aşama ise düzenleyici iktidar aşamasıdır. Bu yeni iktidar biçiminde ise iktidar, kapitalizmin yığınsal üretim ihtiyaçlarına göre bireyle tek tek ilgilenme zahmetini bir kenara bırakmıştır. Bu aşamada iktidar, toplumu, bir kitlesel üretim faktörü olarak görmüştür. Bu iktidar tipi daha çok yığınsal üretimin bir parçası olarak gördüğü toplumu kapitalizmin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalışmıştır. Bu noktada toplum artık tek tek bireyler değil, üretimin bir parçası olarak demografik bir üretim aracıdır.
Bu konuda çok kapsamlı analizleri olan Foucault’un Batı’ya hiç çekinmeden ırkçı ve faşist damgasını vurduğunu görmekteyiz. Haksız da sayılmaz. Çünkü yükselen yeni sınıfsal egemenlik temelinde hareket eden Batı, belirli bir zümrenin egemenliği altında başka uluslar kadar kendi uluslarını da salt bir üretim aracı olarak ele almış, kendi sürekliliğini devam ettirebilmek için hukuku ve bilgiyi insanlığın aleyhine işletmekten her hangi bir kaygı duymamıştır.
Modern Batı’nın zenginleşme tarihi açısından İngiliz Sanayi Devrimi yıllarına basitçe göz atarsak, Batı’daki yeni iktidar sınıflarının kimyası hakkında az buçuk bir fikir edinebiliriz.
İngiliz Sanayi Devrimi 1750’li yıllarda başlamıştır. İngiltere’de 1750’lerde başlayan güçlü üretim dalgası içerisinde milyonlarca insanın günde 14 saatten fazla çalışmasına karşın evinde sadece bir battaniyeye sahip olduğu, buna karşın dönemin kanunlarının sermayedar sınıfının daha da güçlenmesine odaklandığı görülür. Öyle ki 11 yaşın altındaki çocukların belli bir sürenin üzerinde çalıştırılmasına ilişkin yasak bile ancak 19. Yüzyılın başlarında konabilmiştir. Öyle ki, insanlara daha iyi yaşama koşulları sağlanmasını savunan 18430’ların Chartist Hareketi bile ütopik bir akım olarak akamete uğramaktan kurtulamamıştır. Bu örnekler de çok açık bir şekilde gösteriyor ki Batı sınıfsal yükselişi tamamen ahlaki değerlerden yoksun bir şekilde insan sömürüsü üzerinedir.
Nihayetinde Batı bir bütün olarak ele alındığında, Weber’in deyimiyle “bizim bildiğimiz manada” insani değerlerden yoksun temeller üzerinde yükselmiştir. Söylemi, tek kişinin egemenliğine karşın “insan” ve onunla ilgili değerlere yönelik bir içeriğe sahipse de Batı; gerek ortaya koyduğu hukuku ve iktidar pratiği gerekse kendi dışındakilere bakışı ile insanın mütememmim cüzünden öte bir şey olan moral değerlerden yoksun bir dünya sistemidir.
Bu yüzden günümüzün iktisadi ve siyasi krizler olarak adlandırılan ve evrenin dört bir yanında milyonlarca insanın ocağını ve hayatını söndüren insanlık krizlerine biraz da bu açıdan bakarak, çözüm reçetelerini buradan hareketle üretmek gerekmektedir.
https://twitter.com/#!/hdag77
Özellikle uluslar arası ilişkilerde yoğun bir şekilde tartışılan sistem teorisi çerçevesinde yapılan tartışmaların önemli bir kısmında dünyanın coğrafi keşiflerden bu yana geçirdiği tarihin tamamı tek bir sistem (kapitalist sistem) olarak tanımlanmaktadır. Farklı düşüncede yer alanlar da yine aynı dönemi referans almakta sadece kendi içindeki dönem bölümlemesini farklı yapmaktadırlar. Neticede Batı’nın gözünde 1492, tıpkı M.Ö/M.S. gibi bir anlama gelmektedir.
Batı kavramı genel olarak Aydınlanma Çağı ile yükselişe geçen Hıristiyan Dünyası anlamında kullanılsa da bu yazıda özel bir anlamda kullanılmıştır. O da genelleştirdiğimiz Batının özünü oluşturan ve tüm dünyaya Batı genel geçerini dayatan burjuva temelli hakim sınıflar anlamıdır. Çünkü her ne kadar Batı genellemesi yapılsa da sınıfsal bakımdan burjuvazi tüm dünyada tek bir millettir ve hepsi de kendi ülkelerinde aynı ahlaki temellere sahiptir. En önemlisi ise hepsi aynı hukuksal kaynaklar sayesinde gücünü devam ettirmektedir. Bu yüzden bizim sözlüğümüzde Batı demek tüm dünya ülkelerinde kendi toplumlarına hakimiyet kurmuş olan burjuva egemen sınıfıdır.
Günümüz demokrasileri genel olarak Batı sistemine entegre olmuş ve çoğu az gelişmiş, bir kısmı da gelişmekte olan veya gelişmiş ülkelerden oluşmaktadır. Ancak özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ülkeyi kimlerin yöneteceği Batı olarak tesmiye edilen küresel sistemin özel çıkarlarına göre belirlenmektedir. Hatta Türkiye’de bile iktidara gelmek isteyenlerin seçimler sırasında Washington’dan onay almaya gittikleri yarı şaka yarı ciddi dile getirilmektedir. Diğer yandan dünya finans sistemi olarak da bilinen ve siyasal yönetimleri belirlemede oldukça etkin olan sınırlı sayıdaki Batılı ailenin kendi içlerinde özel bir kan bağı ile birbirlerine bağlı oldukları, nihayetinde tek bir merkezi oluşturdukları çeşitli kaynaklarca ileri sürülmektedir.
Batı, tarihi, ilginç bir şekilde kendisine zenginliğin ve sömürgeciliğin kapısını açan 1492 ile başlatır. Batı’ya göre dünya tarihi modern tarih ve öncesi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kendisinin yükselirken dünyayı sömürgeleştirip kontrol altına aldığı dönem “modern tarih”,ondan öncesi ise klasik, ortaçağ vs. gibi adlarla anılan eski tarihtir
Tarihin bu şekilde tarif edilme çabasının temel nedeni, Batı’nın ben merkezli bir dünya yaratmak istemesidir. Buradaki ben kavramı kişi ben’i olmayıp, Avrupa egemen kültürü anlamına gelmektedir. 15. Yüzyıldan itibaren burjuvazinin şefkatli kollarında yükselişe geçen Batı, dünyayı kendi arzusuna göre yeniden tanımlamış, haliyle yeni mantaliteler de icat etmiştir.
Bunlardan en önemlisi bilginin Batı’nın özel çıkarlarına göre fonksiyonelleştirilmesidir Bilgi, kapitalizmin itici gücü ile yükselen Batı’da, yeni bir egemenlik sistemi olarak doğup gelişen iktidarın meşrulaştırılması için bir araç olarak kullanılmıştır hep. Bilgiye bağlı olarak, hukuk da bu yeni silahın gözetiminde yeniden üretilmiştir. Hukuk yani burjuvazinin hukuku, modern hukuk diye tanımlanmıştır. Ayrıca bu dönemde Eski Yunan’dan beri bilinen ve yer yer uygulanan demokrasi, Batı’nın iktidar aracı olarak yeniden tanımlanmış, önerdiği hukuk sistemiyle birlikte tüm dünyaya pazarlanmıştır.
Batı Merkezli Dünya Tasviri
Haritacılıkta eski bir gelenek vardır. Her ülke haritanın merkezine kendini koyar. Batı da benzer şekilde insanlığın, hukukun merkezine kendisini koymuştur. Coğrafi keşiflerle yeni zenginlik kapıları bulan Batı, Osmanlı’nın doğuda yarattığı baskıdan kurtulmuştur. Özellikle denizlerde yeni bir dünya kuran Batı, hızla zenginleşirken Osmanlı’nın zenginliğini de takviye eden doğudaki kaynakları hızla ele geçirerek refahını artırmıştır. Bu değişim Batı’nın gelişmesinin önünü açmış, ele geçirdiği zenginliğin içeride siyasal anlamda karşılığını monarkları sınırlayarak elde ederken, bilimsel bilgi diye pazarladığı propaganda malzemeleri ile de bütün dünyayı da kendi arzularına göre formatlamıştır. Her ne kadar bunda başarıya ulaşması yüzyıllar almışsa da dünya sistemi içerisindeki hakim konumu sayesinde kavramları kendine göre üretme ayrıcalığını elde etmiş ve bu ayrıcalığa dayanarak da bir çok şeye kendine göre anlamlar yüklemiştir.
Bilgi, iktidar ve demokrasi ile hukuk bundan en fazla payını alırken, bütün bu kavramlar niteliklerine ve ahlaki boyutlarına aykırı bir şekilde yeniden anlamlandırılmışlardır.
Yeni Çağ Yeni İktidar Biçimi
Modern Batı’nın doğuşuyla dünyada tek elden iktidar çağı da doğmaya başlamıştır Yükselen burjuvazi, bütün Avrupa’da söz birliği etmişçesine kralların önüne kendi zenginliklerini korumaya dayalı taleplerle çıkmıştır.
Yeni egemenlik anlayışının temeli demokrasi ile oluşturulurken, yeni egemen sınıf, toplumların önüne getirilen sistemle kendilerinin ayrıcalıklarını topluma onaylatarak bunu koruma altına almayı birinci öncelik olarak görmüştür. Aydınlanma Çağı’nın siyasal felsefesi olarak yükselişe geçen liberal demokrasi ile krala tanınan ayrıcalıklar, kraldan alınarak mülkiyet odaklı yeni sermayedarlar sınıfına teşmil edilmiştir. Sonuç olarak demokrasi de halkın kendi kendini yönetmesi retoriği içerisinde aslında halkın yeni egemen sınıfın mülkiyet haklarını koruma altına alması şeklinde bir pratiğe dönüşmüştür.
O döneme kadar tanrı devleti esasına göre şekillendirilen devlet, yavaş yavaş rasyonalite de denilen yeni düşünce biçimine göre insan aklına dayandırılmıştır. Her ne kadar bu kulağa çok hoş gelse de bu sadece kralların elindeki iktidarın el değiştirmesi için toplumlara yutturulan bir afyondur. Bilgi-iktidar ilişkisinin soy kütüğünü inceleyen Foucault’un aşağıda ele alacağımız bu konudaki tespitleri oldukça ilgi çekicidir.
Hukuk da demokrasiyi yeni egemen sınıfın mülkiyet ayrıcalıklarını korumaya alacak şekilde içerik değiştirirken, insan odaklı hukuktan mülkiyet odaklı hukuk anlayışına geçilmiştir. Bu oldukça kapsamlı bir konu olduğu için buna kısaca değinmeyi yeterli buluyoruz.
Bilgi konusuna gelince, Batı, bilgi konusunda o kadar ukala davranmaktadır ki, kendi ürettiğinin dışındakini bilgi olarak görmeye bile tenezzül etmemektedir. Bu noktada Batı’yı yükselişe geçiren kapitalizmin ahlaki temellerini inceleyen Max Weber’in sözleri çok ilginçtir. Weber, kapitalizmin ruhunu anlattığı “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” isimli referans değeri olan kitabının daha önsözünde hiç de ahlaki olmayan sözler etmektedir. Weber, “Bizim bildiğimiz manada bilgi, sadece Batı’da vardır, Eski Mısır ve Sümerlerden bu yana dünyanın birçok yerinde bilgiye benzer üretim kırıntıları olsa da bilgi, Batı’ya özgü bir değerdir.” mealinde sözlerle kapitalizmin ben merkezliliğini açık bir şekilde ele vermektedir.
Aydınlanma Çağı’nın dinsel düşünüşü olan Protestan Ahlakı’nın, Kapitalizmin Ruhu’nu oluşturduğu şeklinde bir tezi olan Weber’in bu sözleri bile tek başına Batı’nın bilgi konusundaki çarpık ruh dünyasını ortaya koymaktadır.
Her ne kadar Weber, “bizim anladığımız manada” sözleriyle deneysel bilgiyi öncelese de Batı haricinde üretilenleri bilgiye benzer olarak şeyler olarak ifade etmesi, kapitalizmin sözcülüğü rolüne uygun bir yaklaşımdır. Çünkü, Yeni Batı, Batı merkezli bir dünya tasviri üzerine kuruludur ve özünde, gelişmiş insan formuna ulaşmış Batı’nın, gelişmemişlere medeniyeti götürme misyonuna (sömürgecilik) sahip olduğu inancı vardır. Öte yandan kapitalizmin kendini pazarlama bilimi olarak göreceğimiz iktisat bilimi de disipliner kimliğine Sanayi Devrimi ortamında kavuşmuş ve ileri sürdüğü retoriğin insanın temel bileşeni olan ahlakilikle zerre kadar ilişkisi yoktur. Temel varsayımı da kar ve fayda maksimizasyonudur. Özet olarak bugünkü Batının kuruluş felsefesi insandan oldukça uzak bir noktadadır.
İktidarın Mahiyeti: Disiplin ve Düzenleme
Kapitalizm öncesinin iktidarı, genel olarak tek egemene dayalı iktidarlardır. Aydınlanma Çağı, bu tek egemenin sınırsız egemenliğini sınırlama üzerine odaklıdır. İnsan odaklı bir retoriğe sahip olan bu düşünce sisteminin iktidar anlayışı, demokrasi ile egemenliğin topluma devredilmesini savunmuştur. Nihayetinde rasyonalizm başarılı oldu ve egemenlik, mutlak egemen kraldan (sözde) topluma devredildi.
Bu noktada iktidar-bilgi ilişkisinin soy kütüğünü ele alan Foucault’un 15. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan yeni iktidar tipolojisi ile ilgili tespitleri kayda değerdir. Foucault, yaptığı analizlerde, iktidarın iki temel yönelime sahip olduğunu, bunların disiplinci iktidar ve düzenleyici iktidar olarak insan süjesini tamamen iktidar lehine kısıtlamaya ve düzenlemeye odaklandığını ileri sürmektedir.
Disiplinci İktidar
Buna göre, yeni egemenlik anlayışı, kendi hayat damarı olan kapitalizmin üretkenliğini devam ettirmek için kendi gerçekliklerini yaratmıştır. Yeni iktidar insanları bu gerçekliklere göre bir disiplin içerisine almaya odaklıdır. Disiplinci iktidarın insanı kapitalizmin üretici motoru olarak ele aldığını ileri süren Foucault’un açıklamaları Batı’daki yükselen yeni değerlerin özünü çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. İktidar, bireyleri anatomik bir kavram olarak ele almakta ve bireyi tek tipleştirme işlevini üstlenmektedir. Bu çerçevede, bireyin farklılıkları yok edilmeye çalışılmış, farklılıklar ağır bir şekilde cezalandırılarak, insan standart anatomik özellikler içerisinde kalması gereken bir varlık olarak görülmüştür.
Düzenleyici İktidar
Foucault’un ortaya çıkan iktidarla ilgili olarak açıklamasını yaptığı ikinci aşama ise düzenleyici iktidar aşamasıdır. Bu yeni iktidar biçiminde ise iktidar, kapitalizmin yığınsal üretim ihtiyaçlarına göre bireyle tek tek ilgilenme zahmetini bir kenara bırakmıştır. Bu aşamada iktidar, toplumu, bir kitlesel üretim faktörü olarak görmüştür. Bu iktidar tipi daha çok yığınsal üretimin bir parçası olarak gördüğü toplumu kapitalizmin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalışmıştır. Bu noktada toplum artık tek tek bireyler değil, üretimin bir parçası olarak demografik bir üretim aracıdır.
Bu konuda çok kapsamlı analizleri olan Foucault’un Batı’ya hiç çekinmeden ırkçı ve faşist damgasını vurduğunu görmekteyiz. Haksız da sayılmaz. Çünkü yükselen yeni sınıfsal egemenlik temelinde hareket eden Batı, belirli bir zümrenin egemenliği altında başka uluslar kadar kendi uluslarını da salt bir üretim aracı olarak ele almış, kendi sürekliliğini devam ettirebilmek için hukuku ve bilgiyi insanlığın aleyhine işletmekten her hangi bir kaygı duymamıştır.
Modern Batı’nın zenginleşme tarihi açısından İngiliz Sanayi Devrimi yıllarına basitçe göz atarsak, Batı’daki yeni iktidar sınıflarının kimyası hakkında az buçuk bir fikir edinebiliriz.
İngiliz Sanayi Devrimi 1750’li yıllarda başlamıştır. İngiltere’de 1750’lerde başlayan güçlü üretim dalgası içerisinde milyonlarca insanın günde 14 saatten fazla çalışmasına karşın evinde sadece bir battaniyeye sahip olduğu, buna karşın dönemin kanunlarının sermayedar sınıfının daha da güçlenmesine odaklandığı görülür. Öyle ki 11 yaşın altındaki çocukların belli bir sürenin üzerinde çalıştırılmasına ilişkin yasak bile ancak 19. Yüzyılın başlarında konabilmiştir. Öyle ki, insanlara daha iyi yaşama koşulları sağlanmasını savunan 18430’ların Chartist Hareketi bile ütopik bir akım olarak akamete uğramaktan kurtulamamıştır. Bu örnekler de çok açık bir şekilde gösteriyor ki Batı sınıfsal yükselişi tamamen ahlaki değerlerden yoksun bir şekilde insan sömürüsü üzerinedir.
Nihayetinde Batı bir bütün olarak ele alındığında, Weber’in deyimiyle “bizim bildiğimiz manada” insani değerlerden yoksun temeller üzerinde yükselmiştir. Söylemi, tek kişinin egemenliğine karşın “insan” ve onunla ilgili değerlere yönelik bir içeriğe sahipse de Batı; gerek ortaya koyduğu hukuku ve iktidar pratiği gerekse kendi dışındakilere bakışı ile insanın mütememmim cüzünden öte bir şey olan moral değerlerden yoksun bir dünya sistemidir.
Bu yüzden günümüzün iktisadi ve siyasi krizler olarak adlandırılan ve evrenin dört bir yanında milyonlarca insanın ocağını ve hayatını söndüren insanlık krizlerine biraz da bu açıdan bakarak, çözüm reçetelerini buradan hareketle üretmek gerekmektedir.
https://twitter.com/#!/hdag77
Özellikle uluslar arası ilişkilerde yoğun bir şekilde tartışılan sistem teorisi çerçevesinde yapılan tartışmaların önemli bir kısmında dünyanın coğrafi keşiflerden bu yana geçirdiği tarihin tamamı tek bir sistem (kapitalist sistem) olarak tanımlanmaktadır. Farklı düşüncede yer alanlar da yine aynı dönemi referans almakta sadece kendi içindeki dönem bölümlemesini farklı yapmaktadırlar. Neticede Batı’nın gözünde 1492, tıpkı M.Ö/M.S. gibi bir anlama gelmektedir.
Batı kavramı genel olarak Aydınlanma Çağı ile yükselişe geçen Hıristiyan Dünyası anlamında kullanılsa da bu yazıda özel bir anlamda kullanılmıştır. O da genelleştirdiğimiz Batının özünü oluşturan ve tüm dünyaya Batı genel geçerini dayatan burjuva temelli hakim sınıflar anlamıdır. Çünkü her ne kadar Batı genellemesi yapılsa da sınıfsal bakımdan burjuvazi tüm dünyada tek bir millettir ve hepsi de kendi ülkelerinde aynı ahlaki temellere sahiptir. En önemlisi ise hepsi aynı hukuksal kaynaklar sayesinde gücünü devam ettirmektedir. Bu yüzden bizim sözlüğümüzde Batı demek tüm dünya ülkelerinde kendi toplumlarına hakimiyet kurmuş olan burjuva egemen sınıfıdır.
Günümüz demokrasileri genel olarak Batı sistemine entegre olmuş ve çoğu az gelişmiş, bir kısmı da gelişmekte olan veya gelişmiş ülkelerden oluşmaktadır. Ancak özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ülkeyi kimlerin yöneteceği Batı olarak tesmiye edilen küresel sistemin özel çıkarlarına göre belirlenmektedir. Hatta Türkiye’de bile iktidara gelmek isteyenlerin seçimler sırasında Washington’dan onay almaya gittikleri yarı şaka yarı ciddi dile getirilmektedir. Diğer yandan dünya finans sistemi olarak da bilinen ve siyasal yönetimleri belirlemede oldukça etkin olan sınırlı sayıdaki Batılı ailenin kendi içlerinde özel bir kan bağı ile birbirlerine bağlı oldukları, nihayetinde tek bir merkezi oluşturdukları çeşitli kaynaklarca ileri sürülmektedir.
Batı, tarihi, ilginç bir şekilde kendisine zenginliğin ve sömürgeciliğin kapısını açan 1492 ile başlatır. Batı’ya göre dünya tarihi modern tarih ve öncesi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kendisinin yükselirken dünyayı sömürgeleştirip kontrol altına aldığı dönem “modern tarih”,ondan öncesi ise klasik, ortaçağ vs. gibi adlarla anılan eski tarihtir
Tarihin bu şekilde tarif edilme çabasının temel nedeni, Batı’nın ben merkezli bir dünya yaratmak istemesidir. Buradaki ben kavramı kişi ben’i olmayıp, Avrupa egemen kültürü anlamına gelmektedir. 15. Yüzyıldan itibaren burjuvazinin şefkatli kollarında yükselişe geçen Batı, dünyayı kendi arzusuna göre yeniden tanımlamış, haliyle yeni mantaliteler de icat etmiştir.
Bunlardan en önemlisi bilginin Batı’nın özel çıkarlarına göre fonksiyonelleştirilmesidir Bilgi, kapitalizmin itici gücü ile yükselen Batı’da, yeni bir egemenlik sistemi olarak doğup gelişen iktidarın meşrulaştırılması için bir araç olarak kullanılmıştır hep. Bilgiye bağlı olarak, hukuk da bu yeni silahın gözetiminde yeniden üretilmiştir. Hukuk yani burjuvazinin hukuku, modern hukuk diye tanımlanmıştır. Ayrıca bu dönemde Eski Yunan’dan beri bilinen ve yer yer uygulanan demokrasi, Batı’nın iktidar aracı olarak yeniden tanımlanmış, önerdiği hukuk sistemiyle birlikte tüm dünyaya pazarlanmıştır.
Batı Merkezli Dünya Tasviri
Haritacılıkta eski bir gelenek vardır. Her ülke haritanın merkezine kendini koyar. Batı da benzer şekilde insanlığın, hukukun merkezine kendisini koymuştur. Coğrafi keşiflerle yeni zenginlik kapıları bulan Batı, Osmanlı’nın doğuda yarattığı baskıdan kurtulmuştur. Özellikle denizlerde yeni bir dünya kuran Batı, hızla zenginleşirken Osmanlı’nın zenginliğini de takviye eden doğudaki kaynakları hızla ele geçirerek refahını artırmıştır. Bu değişim Batı’nın gelişmesinin önünü açmış, ele geçirdiği zenginliğin içeride siyasal anlamda karşılığını monarkları sınırlayarak elde ederken, bilimsel bilgi diye pazarladığı propaganda malzemeleri ile de bütün dünyayı da kendi arzularına göre formatlamıştır. Her ne kadar bunda başarıya ulaşması yüzyıllar almışsa da dünya sistemi içerisindeki hakim konumu sayesinde kavramları kendine göre üretme ayrıcalığını elde etmiş ve bu ayrıcalığa dayanarak da bir çok şeye kendine göre anlamlar yüklemiştir.
Bilgi, iktidar ve demokrasi ile hukuk bundan en fazla payını alırken, bütün bu kavramlar niteliklerine ve ahlaki boyutlarına aykırı bir şekilde yeniden anlamlandırılmışlardır.
Yeni Çağ Yeni İktidar Biçimi
Modern Batı’nın doğuşuyla dünyada tek elden iktidar çağı da doğmaya başlamıştır Yükselen burjuvazi, bütün Avrupa’da söz birliği etmişçesine kralların önüne kendi zenginliklerini korumaya dayalı taleplerle çıkmıştır.
Yeni egemenlik anlayışının temeli demokrasi ile oluşturulurken, yeni egemen sınıf, toplumların önüne getirilen sistemle kendilerinin ayrıcalıklarını topluma onaylatarak bunu koruma altına almayı birinci öncelik olarak görmüştür. Aydınlanma Çağı’nın siyasal felsefesi olarak yükselişe geçen liberal demokrasi ile krala tanınan ayrıcalıklar, kraldan alınarak mülkiyet odaklı yeni sermayedarlar sınıfına teşmil edilmiştir. Sonuç olarak demokrasi de halkın kendi kendini yönetmesi retoriği içerisinde aslında halkın yeni egemen sınıfın mülkiyet haklarını koruma altına alması şeklinde bir pratiğe dönüşmüştür.
O döneme kadar tanrı devleti esasına göre şekillendirilen devlet, yavaş yavaş rasyonalite de denilen yeni düşünce biçimine göre insan aklına dayandırılmıştır. Her ne kadar bu kulağa çok hoş gelse de bu sadece kralların elindeki iktidarın el değiştirmesi için toplumlara yutturulan bir afyondur. Bilgi-iktidar ilişkisinin soy kütüğünü inceleyen Foucault’un aşağıda ele alacağımız bu konudaki tespitleri oldukça ilgi çekicidir.
Hukuk da demokrasiyi yeni egemen sınıfın mülkiyet ayrıcalıklarını korumaya alacak şekilde içerik değiştirirken, insan odaklı hukuktan mülkiyet odaklı hukuk anlayışına geçilmiştir. Bu oldukça kapsamlı bir konu olduğu için buna kısaca değinmeyi yeterli buluyoruz.
Bilgi konusuna gelince, Batı, bilgi konusunda o kadar ukala davranmaktadır ki, kendi ürettiğinin dışındakini bilgi olarak görmeye bile tenezzül etmemektedir. Bu noktada Batı’yı yükselişe geçiren kapitalizmin ahlaki temellerini inceleyen Max Weber’in sözleri çok ilginçtir. Weber, kapitalizmin ruhunu anlattığı “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” isimli referans değeri olan kitabının daha önsözünde hiç de ahlaki olmayan sözler etmektedir. Weber, “Bizim bildiğimiz manada bilgi, sadece Batı’da vardır, Eski Mısır ve Sümerlerden bu yana dünyanın birçok yerinde bilgiye benzer üretim kırıntıları olsa da bilgi, Batı’ya özgü bir değerdir.” mealinde sözlerle kapitalizmin ben merkezliliğini açık bir şekilde ele vermektedir.
Aydınlanma Çağı’nın dinsel düşünüşü olan Protestan Ahlakı’nın, Kapitalizmin Ruhu’nu oluşturduğu şeklinde bir tezi olan Weber’in bu sözleri bile tek başına Batı’nın bilgi konusundaki çarpık ruh dünyasını ortaya koymaktadır.
Her ne kadar Weber, “bizim anladığımız manada” sözleriyle deneysel bilgiyi öncelese de Batı haricinde üretilenleri bilgiye benzer olarak şeyler olarak ifade etmesi, kapitalizmin sözcülüğü rolüne uygun bir yaklaşımdır. Çünkü, Yeni Batı, Batı merkezli bir dünya tasviri üzerine kuruludur ve özünde, gelişmiş insan formuna ulaşmış Batı’nın, gelişmemişlere medeniyeti götürme misyonuna (sömürgecilik) sahip olduğu inancı vardır. Öte yandan kapitalizmin kendini pazarlama bilimi olarak göreceğimiz iktisat bilimi de disipliner kimliğine Sanayi Devrimi ortamında kavuşmuş ve ileri sürdüğü retoriğin insanın temel bileşeni olan ahlakilikle zerre kadar ilişkisi yoktur. Temel varsayımı da kar ve fayda maksimizasyonudur. Özet olarak bugünkü Batının kuruluş felsefesi insandan oldukça uzak bir noktadadır.
İktidarın Mahiyeti: Disiplin ve Düzenleme
Kapitalizm öncesinin iktidarı, genel olarak tek egemene dayalı iktidarlardır. Aydınlanma Çağı, bu tek egemenin sınırsız egemenliğini sınırlama üzerine odaklıdır. İnsan odaklı bir retoriğe sahip olan bu düşünce sisteminin iktidar anlayışı, demokrasi ile egemenliğin topluma devredilmesini savunmuştur. Nihayetinde rasyonalizm başarılı oldu ve egemenlik, mutlak egemen kraldan (sözde) topluma devredildi.
Bu noktada iktidar-bilgi ilişkisinin soy kütüğünü ele alan Foucault’un 15. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan yeni iktidar tipolojisi ile ilgili tespitleri kayda değerdir. Foucault, yaptığı analizlerde, iktidarın iki temel yönelime sahip olduğunu, bunların disiplinci iktidar ve düzenleyici iktidar olarak insan süjesini tamamen iktidar lehine kısıtlamaya ve düzenlemeye odaklandığını ileri sürmektedir.
Disiplinci İktidar
Buna göre, yeni egemenlik anlayışı, kendi hayat damarı olan kapitalizmin üretkenliğini devam ettirmek için kendi gerçekliklerini yaratmıştır. Yeni iktidar insanları bu gerçekliklere göre bir disiplin içerisine almaya odaklıdır. Disiplinci iktidarın insanı kapitalizmin üretici motoru olarak ele aldığını ileri süren Foucault’un açıklamaları Batı’daki yükselen yeni değerlerin özünü çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. İktidar, bireyleri anatomik bir kavram olarak ele almakta ve bireyi tek tipleştirme işlevini üstlenmektedir. Bu çerçevede, bireyin farklılıkları yok edilmeye çalışılmış, farklılıklar ağır bir şekilde cezalandırılarak, insan standart anatomik özellikler içerisinde kalması gereken bir varlık olarak görülmüştür.
Düzenleyici İktidar
Foucault’un ortaya çıkan iktidarla ilgili olarak açıklamasını yaptığı ikinci aşama ise düzenleyici iktidar aşamasıdır. Bu yeni iktidar biçiminde ise iktidar, kapitalizmin yığınsal üretim ihtiyaçlarına göre bireyle tek tek ilgilenme zahmetini bir kenara bırakmıştır. Bu aşamada iktidar, toplumu, bir kitlesel üretim faktörü olarak görmüştür. Bu iktidar tipi daha çok yığınsal üretimin bir parçası olarak gördüğü toplumu kapitalizmin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalışmıştır. Bu noktada toplum artık tek tek bireyler değil, üretimin bir parçası olarak demografik bir üretim aracıdır.
Bu konuda çok kapsamlı analizleri olan Foucault’un Batı’ya hiç çekinmeden ırkçı ve faşist damgasını vurduğunu görmekteyiz. Haksız da sayılmaz. Çünkü yükselen yeni sınıfsal egemenlik temelinde hareket eden Batı, belirli bir zümrenin egemenliği altında başka uluslar kadar kendi uluslarını da salt bir üretim aracı olarak ele almış, kendi sürekliliğini devam ettirebilmek için hukuku ve bilgiyi insanlığın aleyhine işletmekten her hangi bir kaygı duymamıştır.
Modern Batı’nın zenginleşme tarihi açısından İngiliz Sanayi Devrimi yıllarına basitçe göz atarsak, Batı’daki yeni iktidar sınıflarının kimyası hakkında az buçuk bir fikir edinebiliriz.
İngiliz Sanayi Devrimi 1750’li yıllarda başlamıştır. İngiltere’de 1750’lerde başlayan güçlü üretim dalgası içerisinde milyonlarca insanın günde 14 saatten fazla çalışmasına karşın evinde sadece bir battaniyeye sahip olduğu, buna karşın dönemin kanunlarının sermayedar sınıfının daha da güçlenmesine odaklandığı görülür. Öyle ki 11 yaşın altındaki çocukların belli bir sürenin üzerinde çalıştırılmasına ilişkin yasak bile ancak 19. Yüzyılın başlarında konabilmiştir. Öyle ki, insanlara daha iyi yaşama koşulları sağlanmasını savunan 18430’ların Chartist Hareketi bile ütopik bir akım olarak akamete uğramaktan kurtulamamıştır. Bu örnekler de çok açık bir şekilde gösteriyor ki Batı sınıfsal yükselişi tamamen ahlaki değerlerden yoksun bir şekilde insan sömürüsü üzerinedir.
Nihayetinde Batı bir bütün olarak ele alındığında, Weber’in deyimiyle “bizim bildiğimiz manada” insani değerlerden yoksun temeller üzerinde yükselmiştir. Söylemi, tek kişinin egemenliğine karşın “insan” ve onunla ilgili değerlere yönelik bir içeriğe sahipse de Batı; gerek ortaya koyduğu hukuku ve iktidar pratiği gerekse kendi dışındakilere bakışı ile insanın mütememmim cüzünden öte bir şey olan moral değerlerden yoksun bir dünya sistemidir.
Bu yüzden günümüzün iktisadi ve siyasi krizler olarak adlandırılan ve evrenin dört bir yanında milyonlarca insanın ocağını ve hayatını söndüren insanlık krizlerine biraz da bu açıdan bakarak, çözüm reçetelerini buradan hareketle üretmek gerekmektedir.
https://twitter.com/#!/hdag77
Özellikle uluslar arası ilişkilerde yoğun bir şekilde tartışılan sistem teorisi çerçevesinde yapılan tartışmaların önemli bir kısmında dünyanın coğrafi keşiflerden bu yana geçirdiği tarihin tamamı tek bir sistem (kapitalist sistem) olarak tanımlanmaktadır. Farklı düşüncede yer alanlar da yine aynı dönemi referans almakta sadece kendi içindeki dönem bölümlemesini farklı yapmaktadırlar. Neticede Batı’nın gözünde 1492, tıpkı M.Ö/M.S. gibi bir anlama gelmektedir.
Batı kavramı genel olarak Aydınlanma Çağı ile yükselişe geçen Hıristiyan Dünyası anlamında kullanılsa da bu yazıda özel bir anlamda kullanılmıştır. O da genelleştirdiğimiz Batının özünü oluşturan ve tüm dünyaya Batı genel geçerini dayatan burjuva temelli hakim sınıflar anlamıdır. Çünkü her ne kadar Batı genellemesi yapılsa da sınıfsal bakımdan burjuvazi tüm dünyada tek bir millettir ve hepsi de kendi ülkelerinde aynı ahlaki temellere sahiptir. En önemlisi ise hepsi aynı hukuksal kaynaklar sayesinde gücünü devam ettirmektedir. Bu yüzden bizim sözlüğümüzde Batı demek tüm dünya ülkelerinde kendi toplumlarına hakimiyet kurmuş olan burjuva egemen sınıfıdır.
Günümüz demokrasileri genel olarak Batı sistemine entegre olmuş ve çoğu az gelişmiş, bir kısmı da gelişmekte olan veya gelişmiş ülkelerden oluşmaktadır. Ancak özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ülkeyi kimlerin yöneteceği Batı olarak tesmiye edilen küresel sistemin özel çıkarlarına göre belirlenmektedir. Hatta Türkiye’de bile iktidara gelmek isteyenlerin seçimler sırasında Washington’dan onay almaya gittikleri yarı şaka yarı ciddi dile getirilmektedir. Diğer yandan dünya finans sistemi olarak da bilinen ve siyasal yönetimleri belirlemede oldukça etkin olan sınırlı sayıdaki Batılı ailenin kendi içlerinde özel bir kan bağı ile birbirlerine bağlı oldukları, nihayetinde tek bir merkezi oluşturdukları çeşitli kaynaklarca ileri sürülmektedir.
Batı, tarihi, ilginç bir şekilde kendisine zenginliğin ve sömürgeciliğin kapısını açan 1492 ile başlatır. Batı’ya göre dünya tarihi modern tarih ve öncesi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kendisinin yükselirken dünyayı sömürgeleştirip kontrol altına aldığı dönem “modern tarih”,ondan öncesi ise klasik, ortaçağ vs. gibi adlarla anılan eski tarihtir
Tarihin bu şekilde tarif edilme çabasının temel nedeni, Batı’nın ben merkezli bir dünya yaratmak istemesidir. Buradaki ben kavramı kişi ben’i olmayıp, Avrupa egemen kültürü anlamına gelmektedir. 15. Yüzyıldan itibaren burjuvazinin şefkatli kollarında yükselişe geçen Batı, dünyayı kendi arzusuna göre yeniden tanımlamış, haliyle yeni mantaliteler de icat etmiştir.
Bunlardan en önemlisi bilginin Batı’nın özel çıkarlarına göre fonksiyonelleştirilmesidir Bilgi, kapitalizmin itici gücü ile yükselen Batı’da, yeni bir egemenlik sistemi olarak doğup gelişen iktidarın meşrulaştırılması için bir araç olarak kullanılmıştır hep. Bilgiye bağlı olarak, hukuk da bu yeni silahın gözetiminde yeniden üretilmiştir. Hukuk yani burjuvazinin hukuku, modern hukuk diye tanımlanmıştır. Ayrıca bu dönemde Eski Yunan’dan beri bilinen ve yer yer uygulanan demokrasi, Batı’nın iktidar aracı olarak yeniden tanımlanmış, önerdiği hukuk sistemiyle birlikte tüm dünyaya pazarlanmıştır.
Batı Merkezli Dünya Tasviri
Haritacılıkta eski bir gelenek vardır. Her ülke haritanın merkezine kendini koyar. Batı da benzer şekilde insanlığın, hukukun merkezine kendisini koymuştur. Coğrafi keşiflerle yeni zenginlik kapıları bulan Batı, Osmanlı’nın doğuda yarattığı baskıdan kurtulmuştur. Özellikle denizlerde yeni bir dünya kuran Batı, hızla zenginleşirken Osmanlı’nın zenginliğini de takviye eden doğudaki kaynakları hızla ele geçirerek refahını artırmıştır. Bu değişim Batı’nın gelişmesinin önünü açmış, ele geçirdiği zenginliğin içeride siyasal anlamda karşılığını monarkları sınırlayarak elde ederken, bilimsel bilgi diye pazarladığı propaganda malzemeleri ile de bütün dünyayı da kendi arzularına göre formatlamıştır. Her ne kadar bunda başarıya ulaşması yüzyıllar almışsa da dünya sistemi içerisindeki hakim konumu sayesinde kavramları kendine göre üretme ayrıcalığını elde etmiş ve bu ayrıcalığa dayanarak da bir çok şeye kendine göre anlamlar yüklemiştir.
Bilgi, iktidar ve demokrasi ile hukuk bundan en fazla payını alırken, bütün bu kavramlar niteliklerine ve ahlaki boyutlarına aykırı bir şekilde yeniden anlamlandırılmışlardır.
Yeni Çağ Yeni İktidar Biçimi
Modern Batı’nın doğuşuyla dünyada tek elden iktidar çağı da doğmaya başlamıştır Yükselen burjuvazi, bütün Avrupa’da söz birliği etmişçesine kralların önüne kendi zenginliklerini korumaya dayalı taleplerle çıkmıştır.
Yeni egemenlik anlayışının temeli demokrasi ile oluşturulurken, yeni egemen sınıf, toplumların önüne getirilen sistemle kendilerinin ayrıcalıklarını topluma onaylatarak bunu koruma altına almayı birinci öncelik olarak görmüştür. Aydınlanma Çağı’nın siyasal felsefesi olarak yükselişe geçen liberal demokrasi ile krala tanınan ayrıcalıklar, kraldan alınarak mülkiyet odaklı yeni sermayedarlar sınıfına teşmil edilmiştir. Sonuç olarak demokrasi de halkın kendi kendini yönetmesi retoriği içerisinde aslında halkın yeni egemen sınıfın mülkiyet haklarını koruma altına alması şeklinde bir pratiğe dönüşmüştür.
O döneme kadar tanrı devleti esasına göre şekillendirilen devlet, yavaş yavaş rasyonalite de denilen yeni düşünce biçimine göre insan aklına dayandırılmıştır. Her ne kadar bu kulağa çok hoş gelse de bu sadece kralların elindeki iktidarın el değiştirmesi için toplumlara yutturulan bir afyondur. Bilgi-iktidar ilişkisinin soy kütüğünü inceleyen Foucault’un aşağıda ele alacağımız bu konudaki tespitleri oldukça ilgi çekicidir.
Hukuk da demokrasiyi yeni egemen sınıfın mülkiyet ayrıcalıklarını korumaya alacak şekilde içerik değiştirirken, insan odaklı hukuktan mülkiyet odaklı hukuk anlayışına geçilmiştir. Bu oldukça kapsamlı bir konu olduğu için buna kısaca değinmeyi yeterli buluyoruz.
Bilgi konusuna gelince, Batı, bilgi konusunda o kadar ukala davranmaktadır ki, kendi ürettiğinin dışındakini bilgi olarak görmeye bile tenezzül etmemektedir. Bu noktada Batı’yı yükselişe geçiren kapitalizmin ahlaki temellerini inceleyen Max Weber’in sözleri çok ilginçtir. Weber, kapitalizmin ruhunu anlattığı “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” isimli referans değeri olan kitabının daha önsözünde hiç de ahlaki olmayan sözler etmektedir. Weber, “Bizim bildiğimiz manada bilgi, sadece Batı’da vardır, Eski Mısır ve Sümerlerden bu yana dünyanın birçok yerinde bilgiye benzer üretim kırıntıları olsa da bilgi, Batı’ya özgü bir değerdir.” mealinde sözlerle kapitalizmin ben merkezliliğini açık bir şekilde ele vermektedir.
Aydınlanma Çağı’nın dinsel düşünüşü olan Protestan Ahlakı’nın, Kapitalizmin Ruhu’nu oluşturduğu şeklinde bir tezi olan Weber’in bu sözleri bile tek başına Batı’nın bilgi konusundaki çarpık ruh dünyasını ortaya koymaktadır.
Her ne kadar Weber, “bizim anladığımız manada” sözleriyle deneysel bilgiyi öncelese de Batı haricinde üretilenleri bilgiye benzer olarak şeyler olarak ifade etmesi, kapitalizmin sözcülüğü rolüne uygun bir yaklaşımdır. Çünkü, Yeni Batı, Batı merkezli bir dünya tasviri üzerine kuruludur ve özünde, gelişmiş insan formuna ulaşmış Batı’nın, gelişmemişlere medeniyeti götürme misyonuna (sömürgecilik) sahip olduğu inancı vardır. Öte yandan kapitalizmin kendini pazarlama bilimi olarak göreceğimiz iktisat bilimi de disipliner kimliğine Sanayi Devrimi ortamında kavuşmuş ve ileri sürdüğü retoriğin insanın temel bileşeni olan ahlakilikle zerre kadar ilişkisi yoktur. Temel varsayımı da kar ve fayda maksimizasyonudur. Özet olarak bugünkü Batının kuruluş felsefesi insandan oldukça uzak bir noktadadır.
İktidarın Mahiyeti: Disiplin ve Düzenleme
Kapitalizm öncesinin iktidarı, genel olarak tek egemene dayalı iktidarlardır. Aydınlanma Çağı, bu tek egemenin sınırsız egemenliğini sınırlama üzerine odaklıdır. İnsan odaklı bir retoriğe sahip olan bu düşünce sisteminin iktidar anlayışı, demokrasi ile egemenliğin topluma devredilmesini savunmuştur. Nihayetinde rasyonalizm başarılı oldu ve egemenlik, mutlak egemen kraldan (sözde) topluma devredildi.
Bu noktada iktidar-bilgi ilişkisinin soy kütüğünü ele alan Foucault’un 15. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan yeni iktidar tipolojisi ile ilgili tespitleri kayda değerdir. Foucault, yaptığı analizlerde, iktidarın iki temel yönelime sahip olduğunu, bunların disiplinci iktidar ve düzenleyici iktidar olarak insan süjesini tamamen iktidar lehine kısıtlamaya ve düzenlemeye odaklandığını ileri sürmektedir.
Disiplinci İktidar
Buna göre, yeni egemenlik anlayışı, kendi hayat damarı olan kapitalizmin üretkenliğini devam ettirmek için kendi gerçekliklerini yaratmıştır. Yeni iktidar insanları bu gerçekliklere göre bir disiplin içerisine almaya odaklıdır. Disiplinci iktidarın insanı kapitalizmin üretici motoru olarak ele aldığını ileri süren Foucault’un açıklamaları Batı’daki yükselen yeni değerlerin özünü çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. İktidar, bireyleri anatomik bir kavram olarak ele almakta ve bireyi tek tipleştirme işlevini üstlenmektedir. Bu çerçevede, bireyin farklılıkları yok edilmeye çalışılmış, farklılıklar ağır bir şekilde cezalandırılarak, insan standart anatomik özellikler içerisinde kalması gereken bir varlık olarak görülmüştür.
Düzenleyici İktidar
Foucault’un ortaya çıkan iktidarla ilgili olarak açıklamasını yaptığı ikinci aşama ise düzenleyici iktidar aşamasıdır. Bu yeni iktidar biçiminde ise iktidar, kapitalizmin yığınsal üretim ihtiyaçlarına göre bireyle tek tek ilgilenme zahmetini bir kenara bırakmıştır. Bu aşamada iktidar, toplumu, bir kitlesel üretim faktörü olarak görmüştür. Bu iktidar tipi daha çok yığınsal üretimin bir parçası olarak gördüğü toplumu kapitalizmin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalışmıştır. Bu noktada toplum artık tek tek bireyler değil, üretimin bir parçası olarak demografik bir üretim aracıdır.
Bu konuda çok kapsamlı analizleri olan Foucault’un Batı’ya hiç çekinmeden ırkçı ve faşist damgasını vurduğunu görmekteyiz. Haksız da sayılmaz. Çünkü yükselen yeni sınıfsal egemenlik temelinde hareket eden Batı, belirli bir zümrenin egemenliği altında başka uluslar kadar kendi uluslarını da salt bir üretim aracı olarak ele almış, kendi sürekliliğini devam ettirebilmek için hukuku ve bilgiyi insanlığın aleyhine işletmekten her hangi bir kaygı duymamıştır.
Modern Batı’nın zenginleşme tarihi açısından İngiliz Sanayi Devrimi yıllarına basitçe göz atarsak, Batı’daki yeni iktidar sınıflarının kimyası hakkında az buçuk bir fikir edinebiliriz.
İngiliz Sanayi Devrimi 1750’li yıllarda başlamıştır. İngiltere’de 1750’lerde başlayan güçlü üretim dalgası içerisinde milyonlarca insanın günde 14 saatten fazla çalışmasına karşın evinde sadece bir battaniyeye sahip olduğu, buna karşın dönemin kanunlarının sermayedar sınıfının daha da güçlenmesine odaklandığı görülür. Öyle ki 11 yaşın altındaki çocukların belli bir sürenin üzerinde çalıştırılmasına ilişkin yasak bile ancak 19. Yüzyılın başlarında konabilmiştir. Öyle ki, insanlara daha iyi yaşama koşulları sağlanmasını savunan 18430’ların Chartist Hareketi bile ütopik bir akım olarak akamete uğramaktan kurtulamamıştır. Bu örnekler de çok açık bir şekilde gösteriyor ki Batı sınıfsal yükselişi tamamen ahlaki değerlerden yoksun bir şekilde insan sömürüsü üzerinedir.
Nihayetinde Batı bir bütün olarak ele alındığında, Weber’in deyimiyle “bizim bildiğimiz manada” insani değerlerden yoksun temeller üzerinde yükselmiştir. Söylemi, tek kişinin egemenliğine karşın “insan” ve onunla ilgili değerlere yönelik bir içeriğe sahipse de Batı; gerek ortaya koyduğu hukuku ve iktidar pratiği gerekse kendi dışındakilere bakışı ile insanın mütememmim cüzünden öte bir şey olan moral değerlerden yoksun bir dünya sistemidir.
Bu yüzden günümüzün iktisadi ve siyasi krizler olarak adlandırılan ve evrenin dört bir yanında milyonlarca insanın ocağını ve hayatını söndüren insanlık krizlerine biraz da bu açıdan bakarak, çözüm reçetelerini buradan hareketle üretmek gerekmektedir.
https://twitter.com/#!/hdag77
Özellikle uluslar arası ilişkilerde yoğun bir şekilde tartışılan sistem teorisi çerçevesinde yapılan tartışmaların önemli bir kısmında dünyanın coğrafi keşiflerden bu yana geçirdiği tarihin tamamı tek bir sistem (kapitalist sistem) olarak tanımlanmaktadır. Farklı düşüncede yer alanlar da yine aynı dönemi referans almakta sadece kendi içindeki dönem bölümlemesini farklı yapmaktadırlar. Neticede Batı’nın gözünde 1492, tıpkı M.Ö/M.S. gibi bir anlama gelmektedir.
Batı kavramı genel olarak Aydınlanma Çağı ile yükselişe geçen Hıristiyan Dünyası anlamında kullanılsa da bu yazıda özel bir anlamda kullanılmıştır. O da genelleştirdiğimiz Batının özünü oluşturan ve tüm dünyaya Batı genel geçerini dayatan burjuva temelli hakim sınıflar anlamıdır. Çünkü her ne kadar Batı genellemesi yapılsa da sınıfsal bakımdan burjuvazi tüm dünyada tek bir millettir ve hepsi de kendi ülkelerinde aynı ahlaki temellere sahiptir. En önemlisi ise hepsi aynı hukuksal kaynaklar sayesinde gücünü devam ettirmektedir. Bu yüzden bizim sözlüğümüzde Batı demek tüm dünya ülkelerinde kendi toplumlarına hakimiyet kurmuş olan burjuva egemen sınıfıdır.
Günümüz demokrasileri genel olarak Batı sistemine entegre olmuş ve çoğu az gelişmiş, bir kısmı da gelişmekte olan veya gelişmiş ülkelerden oluşmaktadır. Ancak özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ülkeyi kimlerin yöneteceği Batı olarak tesmiye edilen küresel sistemin özel çıkarlarına göre belirlenmektedir. Hatta Türkiye’de bile iktidara gelmek isteyenlerin seçimler sırasında Washington’dan onay almaya gittikleri yarı şaka yarı ciddi dile getirilmektedir. Diğer yandan dünya finans sistemi olarak da bilinen ve siyasal yönetimleri belirlemede oldukça etkin olan sınırlı sayıdaki Batılı ailenin kendi içlerinde özel bir kan bağı ile birbirlerine bağlı oldukları, nihayetinde tek bir merkezi oluşturdukları çeşitli kaynaklarca ileri sürülmektedir.