ikinci Dünya Savaşı sonrasında mısır patlağı gibi patır patır türeyen kendilerine ‘çiçek çocukları’ denilen hipilerin dramını hatırlattı… ‘Dramını’ demeyi tercih ediyorum, çünkü bu çocuklar, Birinci ve ıkinci Dünya Savaşı’nın külleri üstünde, Varoluşçuluğun kara baharının beslediği hiçlik ve anlamsızlık dolu bir ruh haliyle, ‘ınsan özgür olmaya mahkumdur’ sloganını kendilerine kılavuz eyleyerek, modern dünyanın tüm yerleşik kurumlarının ve makine homurtularının yabancılaştırıcı (sıradanlaştırıcı desek daha doğru olur), aygıtların kişiyi bir vida ya da manivela haline getirici yanına başkaldırmışlardı.
Yıkanmıyor, tıraş olmuyor, işe gitmiyor ve gitmeyi reddediyor, herkes gibi giyinmek istemiyorlardı. Ayağında postal, bacaklarında yırtık pantolon, sırtında parka, uzun saç ve sakallarıyla mağara adamının modern versiyonunu canlandırmayı yeğliyorlardı. Hatta sıradan kütle adamının inançlarını ve yaşam tarzını paylaşmadıkları için pek çoğu, Hindistan’a kadar gidip orada duman altı olmayı ve komünal yaşamayı huzurun kaynağı olarak görüp ruhlarını avutmayı denemişti. Avutabilmişler miydi? Sanmam…
Sanmam, çünkü çok kısa bir süre sonra modern dünyanın sıradanlaştırıcı eli onların da üzerinde dolaşmış ve onların bir ayrıcalık olarak benimsedikleri pek çok özellikleri popüler kültürün bir malzemesi haline dönüştürülmüştü.
Örneğin, bu çocukların uzun saçları, yırtık pantolonları, postal ve parkaları modacılar tarafından keşfedilmiş ve hemencecik gençlerin yaygın kıyafeti haline getirilmişti. Öyle ki 60 ve 70’lerin gençlerinin en favori giyinme biçimi hipilerden uyarlanmıştı. Yani modernlik kendisine başkaldıranları bile kendi zindeliğinin devamı için bir malzemeye dönüştürmeyi bilmiş ve aykırılıkları dahi bir sıradanlığa çevirmeyi başarabilmişti. Ne ki modern Batı, ta endüstri devriminden beri bu sıradanlaştırma ve tektipleştirmeyi hep yapıyor, fakat bunu bir zenginlik ve çeşitlilikmiş gibi sunuyordu. Evet, mesele sunumdaydı, her şey sunum biçiminde düğümleniyordu.
Hali hazırdaki medeniyet, bize güya ‘başkası olma kendin ol’ diyordu, fakat ilginçtir bunu hepimizi ‘başkası’ yaptıktan, ruhlarımızı belli kalıplarda dondurduktan sonra söylüyordu. Yani önce sıradanlaştırıyor, sonra da sıradanlaşmış, alelade hale gelmiş, ‘herkes’ gibi duymak, görmek, algılamak suretiyle ‘kütle adamı’ haline gelmiş bir bünyenin zindanda boğazı sıkılıyormuşçasına hissettiği derin varoluşsal sıkıntıdan kurtulması için de ‘özel, özgün, farklı, stil sahibi, karizmatik’ v.s. olmasını öğütlüyordu. Bu öğüdüne kulak kabartan zavallı insana da kendi oyuncaklarını pazarlamayı öneriyor, ne kadar çok tüketirse, ne kadar çok oyuncak sahibi olursa, oyuna kendini ne kadar çok kaptırırsa o kadar ‘özel’ olacağını söylüyordu. Bu durum, her nedense bana samimi bir düşünür bildiğim Exupery’nin, ‘bir seyyar satıcının bana malını etraflıca anlatmasına müsaade etmem, çünkü o malını detaylıca, uzun uzadıya anlattıkça bende o ucuz malı almaya dönük bir ruh inşa eder, yani beni malının seviyesine indirir, ruhumu banalleştirir, sonra da malını pazarlar’ anlamına gelen cümlelerini hatırlatır hep…
Kurnaz ışportacı, bütün pazarlama ve satış tekniklerini (hipnoz dahil) maharetle uygulayarak servetine servet katıyor, bu arada sahte ve çürük mallar ruhları, gönülleri, zihinleri, evleri, her yeri dolduruyordu. Üstelik bu doluluk, sahte bir doygunluk hissini oluşturuyor, ‘hakiki, nitelikli, şifalı, anlamlı’ olan her şeye karşı bir tokluk, uzaklık ve yabancılık duygusu oluşturuyordu. Öyle ki bu duyguya kendini fazla kaptıran müşteriler, zamanla saldırganlaşıyor, anlamlı ve nitelikli olan her şeyi görmeye tahammül edemez hale geliyor, tahammülsüzlüğünü her defasında uluorta pervasızca dillendirdiği için de herkes onun seviyesine göre mal üretmeye başlıyor, bir şey ortaya koyacakken bilerek veya bilmeyerek onu hesaba katıyordu. Böylece, dönüştürülmüş ham müşteri kitleleri, maddi ve manevi her şeyin belirleyicisi haline geliyordu. Düşünür onlara göre düşünüyor, yazar onlara göre yazıyor, öğretmen onlara göre konuşuyor, balcı balına onların zevkine göre şeker katıyor, herkes her şeyin seviyesini aşağı çekiyordu. Sıradanlık her şeye, her şeyde, her yerde egemen oluyordu.
Ünlü ıspanyol düşünür Ortega y Gasset’in ‘yığınlaşma’ dediği, ‘kütleler sosyal iktidarı tam bir şekilde ele geçirmiştir’ dediği, ‘oyunda artık başrol oyuncusu yok sadece koro var’ dediği buydu belki de. Ki ona göre, günümüzün temel karakteristiği, ‘sıradan bir ruh taşıdıklarını bilen bu kitle insanlarının, bu sıradanlığın hakimiyetini ilan etmek, bunu istedikleri şekilde topluma kabul ettirmek inancında’ olmalarıdır.
‘Kitle, ağırlığı altındaki ferdi, yetenekli, nitelikli olan her şeyi ezer. Herkes gibi olmayan, herkes gibi düşünmeyen her hangi bir insan ortadan kaldırılma riskini göze alıyor demektir’ ayrıca…