Ankara (!) Sokaklarında küçük adımlarımın bulunduğu, gençliğimi özgürce yaşadığım şehir. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden doktor çıkıp, Güneydoğu Kurtalan Ekspresi’ne bindiğimde saat on biri gösteriyordu. Ardımda el sallayan annem, babam ve birkaç akrabam trenin hızlanmasıyla tek tek gözlerimin önünden kaybolduğunda, trenin cam kenarında yalnızlığımla baş başa kalmıştım. Mevsim kıştı. Şehir ve kasabaları raylardan gelen tıkırtılar arasında geçerek yol alıyorduk. Tren beni uçsuz bucaksız beyaza bürünmüş ovaların arasından süzülerek ilk görev yerim olacak Diyarbakır’a götürüyordu.
Dışarısı karlı ve oldukça soğuk, trenin içi ise sıcacıktı. Yolcular bir güne yaklaşan yolculuklarının ardından perişandılar. Neden treni tercih etmiştim? Öncelikle uçak korkumun olduğunu peşinen söyleyim. Daha önce yaptığım bir yolculuk, benim için adeta bir kâbusa dönmüş ve bir daha uçağa binmeye yemin etmiştim. Tövbemi ileride bozar mıyım, bilmiyorum. Öğrencilik yıllarımda yine trenle Kars’a turistik bir gezi yapmış ve o muhteşem manzaraları bir tren camından seyrederek yolculuk yapmanın keyfini yaşamıştım. Otobüs ise uzun süren yolculukta iki büklüm olmak demekti. İşte bunun için treni tercih etmiştim.
Elmadağ, Kırıkkale ve ardınca gelen il ve ilçelere uğradıktan sonra nihayet mesleğimin ilk durağı olan Diyarbakır’a yaklaşmıştık. Geyikli yazan garda bir süre duran tren hareket ettiğinde, kompartımanın ön tarafından gelen bağrışma sesini işitince oraya doğru koştum. Genç bir anne elinde battaniyeye sıkı sıkı sarmış bebeğini ileri geri sallıyor, arada bir göğsüne sımsıkı sararak öpüyordu. Sürekli aynı cümleyi tekrar ediyordu, “Gurbanın olayım ses ver!” Yanında eşi olduğunu tahmin ettiğim adamın yüzü sapsarıydı. Yardım bekleyen gözleriyle çaresizce çevresine bakınıyordu. Kalabalığa dağılmasını söyleyip, bebeği annesinin kucağından aldım ve boş bir koltuğa yatırdım. Üzerine çöreklenmiş battaniyeyi çıkardığımda üzerinin kat kat giydirilmişti. Bebeğin yüzü morarmış ve göz bebekleri kaymış bir haldeydi. “Çabuk su getirin!” diye seslendiğimde birkaç şişe yanıma konulmuştu. Bebeği soyup üzerinde atletiyle bıraktım. Suyu parmaklarımla yüzüne birkaç kez serptiğimde önce irkildi, sonra yavaş yavaş gözlerini araladı. Annesine, “Bebeğiniz havale geçiriyor. Böyle giydirilir mi?” dediğimde, kadın gözyaşlarını salmıştı. “Ağlamayın, müdahale etmeseydim sakat kalabilirdi. Şimdi üzerindeki atletiyle kalsın. Diyarbakır’a indiğinizde doktora götürmeyi ihmal etmeyin.” Onlar minnet duygularını ifade ederken yerime geçtim. Bebek ağlamaya devam ediyordu.
Diyarbakır Garı’na yaklaştığımızda yirmi saati geçkin yolculuk yapmıştık. Neredeyse koca bir gündü ömrümden giden. Yolculuğumda kâh uyudum, rüyalar gördüm. Kâh uyandım hayaller kurdum, kâh kitap okuyup müzik dinledim kulaklığımla. İndiğimde gar kalabalıktı. Yolcularını ve yolculuklarını bekleyenler vagonların karşısına sıra sıra dizilmişlerdi. Daha önce annemle babamın kiralayıp eşyalarımı yerleştirdiği ev çalışacağım hastaneye ve tarihi surlara yakındı. Buranın güzelliğini Diyarbakırlı fakülte arkadaşım anlatmakla bitirememişti. Anlaşılan, geze geze öğreneceğiz bu şehrin güzelliklerini…
Evim küçük ama çok şirindi. Sağ olsun babam her şeyi halletmişti. Kitaplarımı bile raflara özenle yerleştirmişti. Annem de mutfağı harika düzenlemiş, her şey yerli yerindeydi. Bakalım ne kadar düzenli kalacak ona garanti veremiyordum. Ne güzel bir şey, insanın anne ve babasının arkasında olması…
Valizimi yerleştirmeden ilk işim banyoya girmek oldu. Sıcak bir banyonun ardından yatağıma uzandığımda hemen uyumuşum. Trende uyuduğumdan artık uyumamam gerektiğini biliyordum. Zira yarın işe başlayacağımdan düzenim bozulabilirdi. Dört beş saat uykudan sonra öğlene yakın kalktım. Acıkmıştım. Buzdolabında her şey vardı. “Ah Annem Sen var ol, sağ ol…” Kahvaltılıkları masaya koyup hazır meyve suyuyla kahvaltımı yaptım. Daha sonra valizimi yerleştirip balkona çıktığımda, Diyarbakır’ı yüksekten seyretmenin keyfini tattım. Bakalım bu şehir benden neler bekliyordu veya ben ondan neler bekliyordum.
Sabah erkenden kalktım. Heyecanlıydım. Tıraşımı olup kahvaltı yapmadan dışarı çıktım. Otobüs durağında on dakika sonra durağa yanaşan otobüse binip hastaneye geldim. Hastanenin geniş bir alanı vardı. Elimdeki görevlendirme yazısı ile birlikte Başhekimin odasına girdim. Biraz sohbet ve çay faslından sonra bana çalışacağım yeri göstermek için o önde ben arkada ayaklandık. Birlikte labirent gibi koridorlardan geçtik. İlk görev yerim hastanenin acil servisiydi. Doğrusu, iyi bir doktor olmak için burada pişmek gerekirdi. Ne de olsa unvanımız pratisyendi. Şimdilik.
Servis sorumlusu doktor ile tanıştıktan sonra beni görevli diğer arkadaşlarla tanıştırdı. Acil servis kalabalıktı. Soyunma kabininde yanımda getirdiğim önlüğümü giydim. Bölüm şefi ile yatan hastaları birlikte vizit yaptık. Elindeki kartlara bakarak hastaların durumlarını tek tek izah etti. Geniş salondaki boş bir masaya oturdum. Karşımdaki hasta yakınları Kürtçe konuşuyorlardı. Ne demek istediklerini anlamıyordum. Tercümanlıkta en büyük destekçim hasta bakıcılardı. Dil konusunda zorlanacağım belliydi. İlk gün yorulmuştum. Kahve beni kendime getiren en iyi şeydi. Doktor odasında kafamı geriye yaslayarak gözlerimi kapayıp kendimi dinlendirdiğim bir esnada, kapının gürültüyle açılmasıyla yerimden fırladım. Bölüm sorumlusu Doktor “İlginç bir vaka geldi, hemen hemşire hanımın yanına git, ilgilen.” dediğinde, elimdeki kahveyi sehpaya bırakıp servise geçim. Koşuşturmak bu servis için önemliydi. Paravanı açtığımda hastayı göremedim. “Hasta kim?” diye sordum. Etrafındakiler yelpaze gibi geriye doğru çekildiklerinde, sedyenin üzerinde küçük bir bebeğin olduğunu gördüm. Baygın bir haldeydi. O da trendeki bebek gibi battaniye ile sıkıca sarılmış, adeta içinde kaybolmuştu. Yanında bekleyen yaşlı ve bir de genç kadın, üç dört kişi de erkek. “Bir kişi kalsın, diğerleri dışarı çıksın” dediğimde, kimse yerinden kıpırdamadı. Belli ki söylediğimi anlayan olmamıştı. Hemşireye, “Kürtçe biliyor musun?” dedim. “Yok” dedi. “Öyleyse gidip bilen birisini bulup getirin.” derken bir yandan da el işareti ile dışarı çıkmalarını istedim. Neyse ki işaret diliyle isteğimi anlatabilmiştim. Bebek baygındı. Battaniyeyi açtım. Yüzü görünün bebeğin kafasıı kanlar içindeydi. Şaşırdım. Yoksa kurşunla mı vurulmuştu? Yok yok… Olamaz! Kurşun bu bebeğe büyük gelirdi. Bebeğin kafasında biriken kanları temizlediğimde, alnında bir delik olduğunu gördüm. Annesine hizmetli aracılığı ile neler olup bittiğini sordum. Kadın önce başını önüne eğdi. Sonra kaldırıp, siyah gözlerde biriken yaşlarla anlattı. Bebeğinin nefes alamadığını gören kaynanası bebeğinin kafasına çivi ile nefes yolu açtığını öğrendiğimde, şok oldum. “Nasıl bir cahillik bu?” diyerek ilk müdahaleyi yaptım. Yanımdaki hizmetli gülümsedi. “Doktor Bey, burada daha neler göreceksiniz neler… Görecekleriniz dünyanın hiçbir yerinde bulunmaz.” derken bölüm şefine bebeğin ameliyata alınması gerektiğini söyledim. Bebek alelacele ameliyathaneye sedye ile götürülürken ardından “Vah ülkem vah! Bu cahillik bizi öldürecek.” diye kendi kendime söylenip durdum.
Masama geçip hastalara ait evrakları kontrol ederken karşıma göbekli irice bir adam dikildi. Bileğine geçirdiği tespih iriceydi. Arkasında yaşlı bir kadının koluna girmiş karısını gösterdi.
“Avrat hastadır. Ama sana söylemeyiz. Yok mudur gadın toktor?”
“Tıpta kadın erkek ayrımı olmaz. Ben bakarım.”
“Sen benle dalga mı geçirsen? Olmaz, mahremdir!”
“Neyi var?”
“Ayiptir ayip… Gadın toktor gelsin, ona söylirek.”
“Peki, hemen jinekolog arkadaşı evinden çağırtalım. Siz dışarıda bekleyin, haber vereceğim.”
“Evlat sen anlamirsen, gadın eyi değil diyem.”
“Beyefendi lütfen zorluk çıkarmayın. Doktoru çağırdık, gelecek. Dışarıda bekler misiniz?”
“Beklemezsem n’olcak? Benim avrata hemen bakıverin, hemen! Yoksa elimden bir kaza çıkacak ha!”
Adam söylediğimi anlamıyordu. Güvenliği çağırıp ilgilenmesini söylediğimde, adamın siniri daha da arttı. Güvenliği itekleyip sağa sola saldırmaya başladı. Herkes şaşkındı. Acildeki bu bağırış çağırış arasında hastalar da yataklarında tedirgin olmuşlardı. Güvenlik elindeki telsizle arkadaşlarını çağırıncaya kadar adam giriş kapısına yumruğunu vurmuştu. Camlar tuzla buz olmuş, her yana dağılmıştı. Neyse ki gelen güvenlik görevlileri olayın daha da büyümesini önlemişlerdi. Kadın, kısa zaman içinde gelen doktor arkadaşımızca tedavi edilmişti. Merak edip kadının neyi olduğunu sordum. Literatüre girecek bir olayımız daha olmuştu. Adamın yaşı oldukça vardı. Karısı ise gençti. Çocukları olmuyormuş. Kayınvalidesi, çocukları olsun diye, gelininin organına maydanoz kaynatıp koymuş… Hey Allah’ım bakalım daha neler göreceğim!
İlk gün yaşadığım ilginç olaylardan sonra yorulmuştum. Hem kafamı dağıtmak hem de bir şeyler yemek için Diyarbakır’ın dünya mirasına giren Surların olduğu mekâna gittim. Burası ilginçti. Sur, akşamüzeri yanan ışıklarıyla bir başka güzeldi. Lokantalar, baharatçı dükkânları… Aklınıza ne gelirse vardı. ‘Kebapçı’ yazan bir restorana girdim. Yemeğimin ardından gelen sıcak künefeyi yerken eriyen peyniri uzadıkça uzuyordu. İkram edilen kahvenin ardından eve girdiğimde ne televizyon izleyecek ne de kitap okuyacak gücü kendimde bulamadım. Yatağa girdiğimde, hayal kurmaya fırsat bulamadan dalmışım.
Bakalım ikinci günüm nasıl geçecekti? Kim bilir hangi vakalarla karşılaşacaktım? Erkenden kalktım. Hava henüz aydınlanmamıştı. Balkona çıktım, havanın soğuk olmasına rağmen sporumu yaptım. Yorgunluğum gitmiş, kendimi dinç hissediyordum. Güzel bir kahvenin iyi geleceğini düşünüp su ısıtıcısının düğmesine bastım. Televizyonun karşısında haberleri izleyerek kahvemi içtim. Haberler iç açıcı değildi. Terör saldırıları özellikle bu bölgede yoğun bir şekilde devam ediyordu. Annem yola çıkarken çok tedirgin olmuş, dikkatli olmam için sıkı sıkı tembihlemişti. “Aman oğlum, dışarılarda fazla gezme, evinde otur.” Ancak dört duvar arasında yalnız oturmak kolay değildi. Bunun acısını günler geçtikçe daha da çok hissedeceğimi biliyordum. Yıllardır birlikte olduğum ailem burnumda tütüyordu. Belki de bir aşk yalnızlığımı alıp götürürdü…
Hastaneye gitmeme daha vardı. Kahvaltılıkları buzdolabından çıkarmak üzereydim ki telefonum çaldı. Karşımda servis sorumlumuz Okan Bey acilen gelmemi istedi. Kahvaltı tabaklarını buzdolabına yerleştirmeden giyinip apar topar dışarı çıktım. Neyse ki otobüs erken gelmişti. Servise girdiğimde gördüklerime inanamadım. Kapının önünde sayısız ambulans vardı. Her birinden çıkarılan sedyeler hızla içeriye alınıyordu. Manzara korkunçtu. Etraf kan gölünden farksızdı. Önlüğümü giyip hastalarla ilgilendim. Ağır olanları ameliyathanelere gönderdik. Tedavi ettiklerimizi taburcu ediyor, bazılarının da yatışını veriyorduk. Yaralı olanlardan elleri ve ayakları kopanlar, cesetlerin ise parça parça olanları vardı. Şehrin merkezinde büyük bir patlama olmuştu. Bilanço, yirmi beş ölü, kırk yaralıydı. Günün koşuşturmasından bitkindim. Soluklanmak için kafeteryaya çıksam da parçalanmış vücutlar hâlâ gözlerimin önündeydi. Cerrah arkadaşım gördüklerini şöyle söylüyordu, “İnsanlar televizyonlarda olayı izlerken, bizler bir taraftan parçalanan uzuvları dikerken, diğer taraftan da ölenlerin parçalanmış uzuvlarını bir torbaya doldurup yakınlarına nasıl teslim edeceğimizi düşünürüz.”
“Keşke Acil Servise kimse gelmese…”
Ertuğrul ERDOĞAN /
01 Mayıs 2019 / Bursa