Kadın ölen kocası ile diri diri yakılmalıydı. Ancak o, alevler yükselince vargücüyle nehre doğru koşmaya başladı. Bu zamana kadar dul bir kadın, ölmesinin yaşamasına yeğ olduğunu öğrenmeliydi… Hayatta kalma içgüdüsü tüm öğrenmelerinin önüne geçmişti. Elbette bu çabası kaçınılmaz sonu çok az geciktirebildi… İzleyenler, zorla getirilip ateşe atıldıktan, küller havaya savrulmaya başladıktan sonra derin bir nefes almışlardı…
Bu olayın yaşandığı yerden çok da uzak olmayan bir ülkede on altı yaşına girmiş bir kız çocuğu, âdet olduğu ve kirlendiği gerekçesiyle evinden atılmıştı. Evin yanındaki ahırda yaşadığı üçüncü günde bir yılan tarafından ısırılmış ve ölmüştü. İlk defa polis kayıtlarına geçerek köklü kültürün bu kadim adetinin tartışmaya açılması da hep bu on altı yasındaki kız çocuğu yüzünden olmuştu…
Biraz daha doğuda ultrason gerçeğiyle tanışmış ülkede kız çocuklarının doğmasına dahi izin yoktu. Kızlar bir yük olarak görüldükleri için gebeliğin ilk zamanlarında onlardan kurtulmak doğallaşmıştı. Buna rağmen yine de bir şekilde doğan o kız bebekler yok mu, onlar can sıkıyordu…
Bir başka ülkede ise on yaşındaki bir kız çocuğunun sünnet esnasında kan kaybından ölmesi sonucu yine kadim gelenek tartışmaya açılmıştı…
Güney Amerika’da nüfusu yirmi milyondan az olan bir ülkede pandemi yılında yaşları on ile on dört arasındaki dört binden fazla çocuğun doğum yapması bu olayların sorgulanması kadim geleneğe karşı olanların suçuydu…
Hindistan, Nepal, Çin, Sudan veya Guetemala…
Bu örnekleri kadının batıda “cinsel meta” olarak kullanılması veya bizim coğrafyamızda da “itaat sömürüsü” içinde yok olması şeklinde çoğaltabilirim…
Tüm tarih boyunca aslında biz ne anaerkil bir tutum istedik ne de ataerkil…Biz sadece insanca bir yaşamdan yanaydık…
Yani bizi baş belası yapan sizin insanca bakamayan, yaşayamayan yanlarını…