Göğü delen ağaçların arasındaki binaları görür görmez içi ısınmış, “İşte benim okulum. Bu sınavı kazanmalıyım!”demişti Bahar. Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’na giriş sınavına geldiğinde…
Geldikten birkaç gün sonra; dediği de, öğretmenlik düşleri de gerçek olmuştu…
Tören alanındaki öğrenci ve yakınlarından oluşan kalabalık, sınav sonuçları açıklandıkça, yavaştan yavaştan dağılmaya başlamıştı. Sınavı kazananlar; aileleriyle birlikte neşe içinde kayıtta gerekenleri öğrenmeye idare binasına doğru; kazanamayanlar ise üzüntüleri sırtlarında, evlerine dönüş için yola koyulmuşlardı.
Sınava, komşularının kızı Güler’i de getiren Hatice’nin babası; “Dolmuş bize daha uygun.” diyerek, iki arkadaşıyla birlikte tören alanından uzaklaşmışlardı. Mahalleden arkadaşlardı, nasıl olsa görüşeceklerdi, ama hiç olmazsa bugün burada ayrıldıklarına için için sevinmişti! Sınavı kazanamayan çok sevdiği iki arkadaşıyla yan yana olmak istemiyor, kendini suçlu gibi görüyordu Bahar. “Keşke kazanabilselerdi” diyor, bir yandan üzülüyor, belli etmemeye çalıştığı sevinciyle de eziliyordu. Gözlerindeki ışıl ışıl mutluluktan da utanıyordu…
İdare binasına gidiyorlardı ki, sınavı kazanan arkadaşı Meral’in babası, gülerek geliyordu karşıdan “Ben öğrendim! ”diyerek. İlgili müdür yardımcısından aldığı, kayıtta gerekenlerle ilgili liste elindeydi. Gitmelerine gerek kalmamıştı.
Kefalet senedi ve sağlık raporu almak, istenilenleri tamamlamak için bir hafta süreleri vardı. Okulundan ayrılma zamanı gelmişti. Burada altı yıl öğrencilikten sonra öğretmen olacağı sevinciyle, geri dönmek üzere ayrılıyordu. Erinçliydi…
Aile dostları, babasının yakın arkadaşı Nedim Bey amcanın arabasıyla gelmişlerdi sınava. Ayrılırlarken;“Dönüşümüzü biz yaparız.” diyen annesinin, sınav sonrası almaya gelmemesini istemesi de hoşuna gitmişti. “Ya kazanamazsam!. Üzüntümü görmemiş olurdu. Utancımı da” diye düşünerek.
Annesinin gelmemesi için ısrarı üzerine Nedim Bey amca; “Ankara’ya trenle daha rahat dönersiniz, inince de her yöne araç bulunuyor.” önerisiyle istasyona gidiyorlardı.
Utanç içinde değil, sevinçle…
Düşlerini süsleyen okulun sınavını kazanmasının mutluluğu içinde, gururla eve geri dönüyordu. Her adımıyla, öğrenciliğinin ilk gününü, okuldaki yeni yaşamını düşlüyor, coşkuyla yürüyordu; uzaktaki istasyona doğru annesiyle.
Sevinçten içi içine sığmıyor, birbirine dolanan ayaklarıyla güçlükle yürüyor, “ne bitmez yolmuş” diyordu. Sınavlarda salona girerken de yürüyemiyordu. Sınav korkusuyla nefes alamıyor, boğulacak gibi oluyordu. Sınav başlayıncaya dek yüreği bungundu… Oysa şimdi umut doluydu, mutluydu. Varsın güç yürüsün, ne çıkardı!
İstasyona yaklaştıkça coşkusu artıyor, Ankara’da sevincine ortak olacak akrabalarını, ilkin kime gideceklerini düşünüyor, kendine göre sıralama yapıyordu. Kuş olup uçuverse, her birinin camına konup “Kazandım!” deyiverseydi…
Bozkırın ıssızlığındaki sarı istasyon binasına yaklaştıkça, kalabalığın uzaktaki solgun görüntüsü canlanıyor, allı, morlu, yeşilli renk cümbüşüne dönüyordu. Kendisi de siyah pantolon ile siyah beyaz pötikare uzun kollu gömlek giymişti. “Çok renkli giysiler okula da sınava da uygun olmaz.”demiş, sevdiği sarı renkli kolsuz bluzunu giymesini istememişti annesi.
Birbirini süzen kızlı erkekli yepyeni bayram giysili çocuklar ve onların yakınlarıyla dolmuştu istasyon binasının önü, arkası. Gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu üstelik. Her yandan, cıvıl cıvıl söyleşip, neşeyle gülüşenlerin mutlu sesleri duyuluyordu. Ya da… Kenarda kırgın, üzgün duranlara bakıp cız etti çocuk yüreği. Nedenini anlamak zor değildi. Öyle açıktı ki…
Yılda bir kez de olsa tüm sınava girenlerin; mutluluğuyla, mutsuzluğuyla aynı duyguları yaşadığı, birbiriyle paylaştığı son yerdi; ıssızdaki tren istasyonu. Bindikleri trenle yalnızlıklarını ve duygularını da yanlarında götüreceklerdi; gittikleri yere.
Çok sıkışık olmayan bir kenarda ayakta durup, yakındakilerle konuşa konuşa, Elmadağ’dan gelecek banliyö trenini beklemeye koyuldular.
Sevinçle, kayıt ve okul hazırlıklarının coşkulu konuşmalarıyla zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı ama neredeyse bir saattir bekliyorlardı.
Önce, gökyüzüne yükselen dumanı görünen kara tren, dağın ardından çıkıp kıvrıla kıvrıla yaklaşırken; “Bilen birileri vardır, keşke sorsaydık, tren zamanına dek okulunu gezer, tanırdık, burada bekleyeceğimize.” dedi annesi hayıflanarak… Ağustos sıcağından bunalmış haliyle.
Yaklaştıkça yavaşladı, yavaşladı durdu tren. Binememe korkusuyla olacak kapılara doğru koşuşturdu; istasyondaki kalabalık.
Güçlükle trenin sondan bir önceki vagonuna binebilmişlerdi. Kimse kalmamıştı aşağıda. Bir de oturacak yer bulabilselerdi…
Kondüktörün; “Herkes bindi, hareket edebilirsin. ”düdüğüne, makinistin; “Tamamdır, anlaşıldı!” dercesine trenin keskin düdüğüyle karşılık vermesiyle, sarsılarak hareket ettiler. Tren yola koyulduğunda, daracık koridorda kalabalığın arasından geçmeye çalışıyor, kompartımanlara tek tek bakıyor, yer arıyorlardı. Sonunda, hareket halindeki trende dördüncü kompartımanın güçlükle açabildikleri kapısından içeri bakıp, boş yer görünce sevindiler.
Kendilerinden önce binip yerleşen üç kişi vardı içeride. Yaşıtları görünen iki kız ile cam kenarında oturan bir erkek. Kenara çekilip oturabilmeleri için yer açtılar, cam kenarını da annesine verdiler. Koltuklarının üstündeki raflara ellerindeki valizi koyunca, telaşla kapıları açıp kapatmaktan yorgun, çöküverdiler tahta koltuklara; derin bir oh çekerek. Küçücüklüğünden beri sevdiği trendeydi yine.
Ankara’da Gazi Mahallesindeki evlerinden; büyükbabasının Saimekadın’daki evine, hep trenle gider gelirlerdi. O yüzden, raylardaki demir tekerlerin tıkır tıkır sesine de kömürün genzini yakan is kokusuna da alışkındı…
Yerleşme telaşıyla selam bile verememişlerdi. Başlarını hafifçe eğip gülümsediler selam yerine. Onlar da “Hoş geldiniz!” diyerek esenlediler yeni gelen Bahar’la annesini…
Bahar’ın annesinin; hem evinin erkeği ve kadını olması, hem de işinin gereği toplumda ayrı bir yeri vardı. O yüzden erkeklere alışkın, kaçgöç bilmez haliyle sohbetine doyum olmazdı. Tanışır tanışmaz, koyu bir söyleşi başladı.
Önce; öğretmen olduğunu söyleyerek, gururla tanıttı kendisini Hüseyin Bey; güler yüzüyle.
Esmer, kara gözlü, cin bakışlı Zeynep’in babasıydı. Kumral saçlarını iki örgü yapmış utangaç utangaç bakanın adı da Sevgi idi. İki kız da beş yıldır öğrencisiydi Hüseyin Bey’in. Eskişehir’in bir köyünden sınava gelmişlerdi.
Hüseyin öğretmen; hem baba, hem öğretmen olarak kıvançlıydı. Akıllı kızlarının okuması, öğretmen olması için önce Sevgi’nin ailesini inandırır. Kendi kızını ve Sevgi’yi yüreklendirir, başaracaklarına inandırır.
Öğretmenlerini gururlandırmış olarak ve mutlulukla köylerine dönüyorlardı Zeynep ve Sevgi.
Sınavı kazanmanı sevinciyle, sevgiyle bakışıyorlardı birbirleriyle üç kız. Sınıf arkadaşı bile olabilirlerdi, kim bilir?
Bahar’la annesi gibi onların da gözleri ışıl ışıldı, mutluluktan.
****
Yılların yorgunluğuna, bitiremediği yollara, cuf cuflarla güç veriyor, ‘ha gayret’ dercesine arada bir acı düdüğünü çalarak ilerliyordu tren.
Bahar’ın gururunu, umudunu, öğretmenlik düşünü de yüklenmiş Ankara’ya doğru yol alıyordu…
Hüzünle, “Keşke!”dedi. “Keşke, babam da sağ olsaydı da… ”
Gözlerinden yanaklarına iki damla yaş süzüldü…
Fazilet ÖZKAN POR 27/01/2022