Yatağına uzandığından beri ağrıyan kolları, bacakları uyutmuyordu Azize’yi.
Günün sıcağı geceye hapsolmuş yapış yapış ve boğucuydu. Ağustos böceklerinin din-meyen sesini, uzaktan birkaç köpeğin ulumasını duydu. “Hep aynı gece; aynı sesler…” diye düşündü sıkıntıyla. Ellerini zonklayan yanaklarına götürdü, hâlâ ateş gibiydiler. Çapa yapan, buğday biçen çalışmaktan çatlamış nasırlı elleri yanağında, sanki başka birine aitti. Kalbi bur-kuldu acıyla… Boğazının kuruduğunu hissetti. Susamıştı. Hasan’ı uyandırmamak için yataktan kalkmak istemedi. Uyanırsa yine rahat bırakmazdı onu. Yorgun vücudu bıkmış usanmıştı içkili ağzından, kirli ellerinden. Aç gözleriyle kâbus gibi üzerine çöktüğü gecelerde, zifiri karanlıkta anlamsızca duran bir taş gibi hissederdi kendini. Hele uykusu arasında horultuyla kolunu üze-rine attığında, içtiği sigaralardan kahverengiye dönmüş elini kesip atası gelirdi.
Ona ait olmayan hayata daha ne kadar katlanabileceğini bilmiyordu. Yanındaki küçük karyoladaki minik yüze bakıp, “Zıkkım iç, şuncacık olmasaydı ben bilirdim sana yapacağımı!” dedi içinden.
Bir an önce sabah olsun istiyordu. Sevdiğine gider gibi heyecanla, emeğinin kıymetini bilen, bir verip bin geri aldığı, sırdaşına -tarlasına- gitmek istiyordu. Pencereden sızan ay ışığı-nın aydınlattığı başucundaki saate bakarken yorgun gözlerini geceye bıraktı.
Hava aydınlanmadan başlamıştı çalışmaya. Ayağının altındaki yumuşak, sıcak toprak güç veriyordu ince kollarına bacaklarına. Yorgunluğunu hissetmiyordu çalışırken. ‘Evinden daha ev’di tarlası ona.
Geçmişi de geleceği de bu topraklarda saklıydı. Çalıştıkça nefesi açılıyor daha güçlü orak sallıyordu sararmış başaklara. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Sıcak ovaya çökmüş, güneşin kızgın alevleri üzerine dökülüyordu. Biçtiği sararmış buğday demetlerini bir yana yı-ğarken, elindeki orağın metalinde biriken keskin ışık yüzüne yansıyıp gözlerini alıyordu. Eli belinde doğruldu, başındaki örtünün ucuyla, alnından şakaklarına doğru akan ter damlalarını sildi. Ağzında kuruluk, başında keskin bir ağrı hissetti. Yanındaki su bidonunda ılımış sudan biraz içip gerisini başına döktü ama nafile… “Bugün bir başka sıcak,” diye mırıldandı.
Kızgın toprağa batan ayaklarının acısıyla yalpalayarak, tarlanın köşesinde, güneşin ışığıyla yaprakları parıldayan büyük zeytin ağacının altına oturdu. Yanındaki küçük beşiğin üze-rindeki tülbenti kaldırıp uyuyan yavrusunun masum yüzünü seyretti. Beşiğe eğilip “Seni ne Hasan ne de Hasan gibiler üzemeyecek. Okuyacaksın, sevdiğini alacaksın!” diye fısıldadı.
Azize bir elini alnına siper ederek uzaklara baktı. “Bugün bir başka sıcak,” diye mırıl-dandı. Ağaca yaslanıp sırtını dinlendirirken, başının üzerinden geçen kuş sürüsünü gördüğün-de yüzü aydınlandı. Bu tarlayı bu yüzden daha çok seviyordu. Kuşlar bir o yana, bir bu yana dans eder gibi uçuştukça mutlu oluyordu. Arkadaşlarıydı onlar. Başka arkadaşı yoktu köyde. Çocukken birlikte oynadığı teyzesinin oğlu da kocası olmuştu şimdi. O zaman da tembeldi Hasan. Bir elinde yağlı ekmek diğer elinde koca karpuz dilimi, toparlak yüzüne yayılmış sinsi gülüşüyle göbeğini şişirir, oyunlarda mızıkçılık ederdi. Hiç değişmedi. Büyüdükçe daha da şımardı, baba parasını sigaraya, içkiye ve eğlenceye yatırarak tüketti. Şimdi de kendisini tüke-tiyordu.
Oysa o hep muhtarın güler yüzlü, üniversitede okuyan yakışıklı oğlu Ali’yle evlenece-ğini hayal ederdi. Ali’nin şehirden köye geldiği tatil günlerinde mektuplaşıp gizli gizli buluşuyorlardı. Alisi bambaşkaydı, “Evlendiğimizde yarım kalan okulunu bitirip sen de diplomanı almalısın,” derdi ona. Çocukluğundan beri öğretmen olmayı isterdi Azize. Lisenin birinci sını-fını bitirdikten sonra, tarla ve ev işlerinde annesine yardım etsin diye okula göndermemişti babası onu. Ama artık umutluydu. Ali’yle evlendiğini, yarım kalan okulunu bitirip öğretmen olduğunu hayal ediyordu her gün.
Üniversiteyi bitirip diplomasını alır almaz, ailesiyle gelip birkaç kez istedi onu Ali, ama “Olmaz,” dedi başka da bir şey demedi anası babası. Yalvardı olmadı, yakardı olmadı, günler-ce ağladı yine olmadı.
Azize gençliğini, güzelliğini, mutluluğunu içine gömmüştü Hasan’la evlendiği gün. Ali de o günden sonra bir daha gelmedi köye. “Ölünün arkasından konuşulmaz ama affetmedim annemi de babamı da. Şu beş dönümcük tarla için sevdiğimden ayırıp akrabama yar ettiler be-ni!” diye söylendi kendi kendine.
Gözlerini kısıp ovadaki kurumaya başlamış ağaçlara baktı, güneş en kuytulara bile sız-maya çalışıyordu. “Bugün bir başka sıcak,” diye mırıldandı tekrar.
Yorulduğunda bu ağacın gölgesinde oturur, kuşları izlerken gözlerini kapatır düşüncelere dalardı her gün. Ali yanına gelirdi en yakışıklı hâliyle, sohbet ederlerdi. Başaklar yeşerir üzerine uzanırlardı. Ali ona sarıldığında bir serinlik hisseder, yağan yağmurlarla rahatlardı; ağ-rıları geçer, elleri, ayakları, kurumuş yanakları süt beyazı olurdu. Güneş batmaya yakın etrafı bir kızıllık sarar, tarlanın üzerine serilirdi altın rengi ışıklar. Ali “Seni seviyorum,” der elini uza-tırdı, o içi kıpır kıpır “Ben de seni seviyorum,” deyip elini tutacakken, yanmış gibi geri çeker, öfkeyle “Sevseydin kaçırırdın beni!” diye bağırırdı her seferinde.
Kendine geldiğinde oturup kaderine ağlardı hava kararıncaya kadar; mutsuzluğuna, onun olmayan gençliğine, umutsuzluğuna…
Ama artık ağlamayacaktı, bugün bir başka sıcaktı!
Yüzü, kalbi, düşünceleri aydınlandı o anda. Kalbinde bir parça heyecan hissetti. Bebe-ğine baktı gülümseyerek. Heyecanı arttı, bugün kuşlar da bir başka uçuşuyordu. Ayağa kalktı Azize. Kollarını açtı umut yağmurlarına. Başı gökyüzünde, gözlerini kapayıp maviliklerde sü-zülen şarkıları dinledi.
Kalk Azize, ihtiyacın olan tek şey cesaret!
Bu tarla senin bugünün içindi!
Kalk, uzaklara, seni bekleyen mutluluklara…
Bebeğini kucağına alıp bağrına bastı sıkıca. Gözden kayboluncaya kadar koştu, koştu…
Aramıza yeni katılan yazarımız Zehra hanıma hoşgeldiniz diyorum. Sıcakkanlılığıyla, hoşsohbetiyle gönlümüzde ve sayfamızda yer aldı. Başarılarının devamını diliyorum.
Ayşe hanımcığım,şimdi gördüm mesajınızı..Gönülden teşekkür ederim. Sevgilerimle