Yaşamın içinde zanlarımızdan ürettiğimiz korkularla yaşamaya çalışırken epeyce yoruluyoruz.
Yaşamımıza eşlik eden insanlarda gördüğümüz yansımayı beğenmiyoruz. Başlıyoruz onları eleştirmeye… İnsan olmak zor zira…
Ne aynasız olabiliyoruz ne de aynadaki görüntüyle mutlu olabiliyoruz. Biz yanılmak istiyoruz, kandırılmak istiyoruz. Cüceliğimize rağmen dev gibi görünmek, çirkinliğimize rağmen rötuşlanmak istiyoruz. Ama bu mümkün değil! Neysek onu gösteriyor karşımızdaki ayna. İyi ki varlar aslında…
Ya bir de aynalar olmasa, var olduğumuzu ve gerçekte ne olduğumuzu nasıl anlayacaktık o zaman. Varlar ve bizim taşlamamız, ayna kırıkları arasında devamlı kan dökmemiz bu yüzdendir…
Hangi aynaya baksak, orada gördüğümüz bizim bir başka yönümüz, bir başka gerçekliğimiz oluyor. Çirkin buluyoruz bazen ve sevmiyoruz kendimizi. Bazen aynalara küsüyor geri çekiliyoruz. Bazen kızgınlaşıp öfkeleniyoruz. “Neden böyle gösteriyorsun!” diye… Aynayı değiştiriyoruz, görüntü değişmiyor!
Çatlak aynalarla, kırılmış aynalarla, değiştirmek istediğimiz aynalarla yaşanmış bir ömür geçirerek ve kendimize kızarak, yorulmuş olarak bu dünyadan göçüp gidiyoruz.
Oysa çocuğumuz bir aynadır, kendimizde görmediklerimizi bize o kadar güzel gösterir ki… Dikkatlice bakıp anlamaya çalışsak değiş(tir)ebiliriz çoğu kere…
Sinirli bir ebeveynsek çocuk da sinirli olur. Olur-olmaz nedenlerden dolayı bağırıyorsak, çocuk da aynı ilişki kalıbını kendisi için kullanır. Ayrıntılar belki farklıdır ama ana tema çoğunlukla bizdeki tema olarak gösteriyor kendisini.
Sürekli eleştirerek büyüttüğümüz çocuğumuz, ergenlik dönemine geldiğinde bize kızmaya ve eleştirmeye başladığında gördüklerimiz kalbimizi parçalıyor.
Yaptıklarıyla alay etmişsek “daha iyisine yönelsin” diye, sıkılıp utanan, köşesinde yaşayan bir çocuğumuz oluyor.
Eşimiz de bir başka aynadır. Değersiz buluyorsak onu, değersizleştiriyor o da bizi. Aynada değersizleştiğimiz resmi görmekse bizi çıldırtıyor. Başlıyoruz aynaya kızmaya. Söyleniyoruz, belki ağlıyoruz… Dermanımız kesiliyor…
Arkadaşlarımız da bir aynadır. Onlara ne yansıtıyorsak, aynısını veriyorlar bize… Dedikodularını ediyorsak, içimizden dedikodumuzun edileceği endişesiyle ilişki kuruyoruz.
Etrafımızda ne kadar çok insan varsa her birisinde başka bir yanımızı fark etmemiz mümkün ve fark ettiğimiz şey, onda olandan ziyade, bizde olanın yansımasıdır…
Hep kötü şeylerse gördüklerimiz, hep eksiklikse algıladığımız, hep öfkeyse hissettiğimiz, güvenemiyorsak o insana, dönüp bakmalıyız o zaman kendimize…
İşte bu noktada başlıyoruz karşımızdaki kişiyi ve ondaki yansımamızı değiştirmek için yollar denemeye. İnce taktikler deniyoruz önce kaprisler yaparak…
Olmadı daha ağır silahlarla ortaya çıkıyoruz: “Sen bana benim istediğim şeyi niye vermiyorsun. Beni mutlu etmek için neden kendini zorlamıyorsun, istediğim görüntüyü neden göremiyorum?” diyerek sonu hiçbir yere çıkmayan birçok şey deniyoruz…
Sonrasında, denemediğimiz tek şeyi denemek zorunda hissediyoruz: sorunun aynadan değil, aynada yansıyanın bizim kendi gerçekliğimizden ortaya çıktığını anlıyoruz. Gerçekten bir şeylerin değişmesi için nereden başlayacağımızı farkediyoruz. Geriye niyet etmek kalıyor…