AVUSTRALYA’NIN BAŞKENTİ CANBERRA GEZİMİZ
Sydney’e geldiğimden beri her hafta sonu bana ülkeyi gezdirmek için plan yapan çocuklarımla kaç defa Başkent Canberra’ya gitme planı yaptıysak her defasında bir bahaneyle ertelenmişti. Canberra’yı görmeden ülkeme dönmek istemediğimi söylediğim için bir fırsat bulunca bu hafta sonu çıktık şükür başkent yoluna. Gezimizin yılbaşı tatiline denk gelişinden dolayı zaten sakin olan yollar iyice tenhalaşmıştı. Çünkü burada Krismis tatilinde insanlar çoğunlukla yurt dışı seyahatini tercih ediyorlarmış.
Beş-altı şeritli bakımlı otoban yolundan giderken yeryüzü şekillerinin düzgünlüğü sayesinde engin ufuklara doğru yol alıyorduk. Köpük köpük bulut kümelerinin yolların sonunda bekleyişlerini görmek çok hoş bir duyguydu… Yolların sonunda yükselen dağların olmayışı bulut manzaralarını daha hoş, daha geniş bir perspektiften seyretmemizi sağlıyor.
Ama bu gün yağmur bulutları var. Güneşli havanın bulutu kadar olmasa da, mor rengin tonlarına bürünen yağmur bulutları da muhteşemdi bence. Resim yapma, şiir yazma duygularım uyanmıştı gene içimde. “Çok hoş ya! ” demeden nefes alamıyordum sanki.
Canberra’ya giderken Sydney’in doğusunda şirin bir kasaba olan Goulburn’da yağmurlu bir havada arabamızla gezebildik ancak. Harika manzaraların fotoğraflarını, arabanın içinden görüntüleyebiliyordum. Buranın bir köy olduğunu öğrendiğimde gözlerim ayrılmıştı. Şehirden ne farkı vardı ki? Zevk alarak gezip görülecek yerlerinin olduğu belli idi ama bizim asıl amacımız başkent Canberra’yı görmek olduğu için kasabanın içinde kısa bir tur attıktan sonra bir saat ötede olan Canberra’ya ulaştığımızda yağmur dinmişti.
Canberra’da otelimize yerleştikten sonra şehri gezmeye başladık. Damadım kızım ve dört aylık torunumla birlikte kah arabamızla kah yürüyerek çok zevkli bir şehir gezisiydi. Buranın dünyanın, devlet kurulduktan sonra plan ve projesi çizilerek oluşturulan ilk başşehri olma özelliği taşıdığını öğreniyorum. Her şey öyle yeni ve temizdi ki, “sıfır kilometre araba gibi” diye tabir edilebilir. Şehrin tam orta yerinde kurulmuş olan Parlamento Binası’nın çevresinde oluşturulan küçücük, şipşirin bir başkentti burası. Şehrin üç tarafında bulunan tepelerin her birine kule ve seyretme yerleri yaparak insanlara şehri yukarıdan tanıtma imkânı sunan turistik yerlerden başlamıştık gezmeye.
Kırmızı Nokta (Red Point) ,Back Point(siyah nokta) ve Telstra Tover (telstra kulesi) denilen üç farklı acıdan, oldukça yüksek yerlerden izledik şehri. Özellikle 800 metre yükseklikteki Telstra Kulesi’nden Canberra’yı seyretmeye doyamadım. Yağmurlu havanın getirdiği sis ve bulutlardan sızan gök kuşağı renkleri eşliğinde şehrin ortasında yer alan göl manzarası, binaların biçimleri, ağaçların görünümleri ile muntazam çizilmiş maket bir şehri andırıyordu. Kulenin etrafını döne döne gezerken kuş bakışı manzaranın görüntüsü inanılmaz bir şeydi.
Rüzgâr ara ara şiddetlense de havasının temizliği rahatlatıyordu ciğerlerimizi. Yılbaşı tatili dolayısıyla halkın çoğunluğunun şehir dışında olması nedeniyle, ölü bir şehir havası vardı koskoca Avustralya Devleti’nin Başkenti’nde. Zaten toplam nüfusu üç yüz bini bulan başkent insanlarının çoğu yılbaşı tatilindeymiş. Ana caddelerinden bile tek tük araba ancak geçiyordu. Daha sonra Black Point (siyah nokta) ve Red Point’ten aynı güzellikleri seyrettikten sonra şehrin içini gezmeye gelmişti sıra.
Önce karnımızı doyurmak için yana yana Türk kebapçısı aradık. Arabamızdaki nevigasyon aletinin gösterdiği adreslerdeki Türk kebapçılarının tatil dolayısı ile kapalı olduğunu öğrenince bize en yakın lezzeti sunan İtalyan restoranda tavuk ve pizza yemeye razı olmuştuk. Yemekken sonra göl kenarında, parklarında, caddelerinde gezinti yaptık. Oldukça bakımlı ve temiz olan şehrin cadde ve sokakları Sydney’den daha da geniş olması bir kez daha hayranlık uyandırdı içimizde. Bizim 17 milyon nüfusu olan İstanbul’umuzda arabamızla geçecek yol bulamazken adamlar bu kadarcık nüfusla neler düşünmüşler. Belki de yüz yıl sonraları hesaplayarak kurmuşlar bu şehirleri. Basiret ne güzel bir yetenek diye kafamızı sallıyorduk acıyla.
İlk günümüzü zevk ile tamamladıktan sonra ertesi günü meclis (parlamento) binasından başlamıştık gezmeye.
Şehrin üç farklı tepe noktasından da seyredilen muazzam bir alan üzerine kurulmuş değişik bir mimarisi olan binanın içi bana son derece hoş ve sade geldi. Tatil dolayısı ile devlet erkânı ve parlamento üyelerinin olmadığı meclis binası halka açık bir müze gibiydi. Pembe renkli koltuklarla döşeli millet meclisi salonu ve yeşil renkli koltukları olan senato salonu bana çok küçük görünmüştü. Meğer yüz küsur tane milletvekilleri varmış.
Binanın her tarafını gezip inceledikten sonra çocuklar: ‘Şehri bir de meclisin damından seyret anne! ‘ dediler. Meclis damına çıktık ki ne göreyim! Damda bile yeşermiş çimler olduğunu görünce ‘pes yani! ‘ dedim gülerek. Çimsiz çimensiz bir damları kalmıştı, onu da çimlendirmişler. Yorulmuş olan ayaklarımızı dinlendirmek için meclis çatısında çimler üzerine oturduk bir süre. Buranın da manzarası dehşetti gerçekten. Yemyeşil çimen ve bol ağaçlıklı bir saha üzerinde yerleştirilmiş olan binanın bahçesi içinde tropikal iklimin envay çeşit harika ağaçları ve müthiş bir peysaj düzenlemesi içinde yer alan villalar göz alıyordu. Bu binaların çeşitli ülkelerin konsolosluk binaları olduğunu öğrendim. Meclis binasının tam önünden cetvelle çizilmiş gibi uzun ve çok geniş bir yol gidiyordu. Muazzam güzellikte uzayan yolun sonunda başka bir bina duruyordu. O da dünyanın sayılı müzelerinden olan Canberra savaş müzesi binasıydı.
Müze ile Meclis binası yaklaşık bir kilometrelik mesafeyle birbirine bakıyor. Müze önünde resim çektirince arka fonda Meclis Binası, Meclis Binası önünde resim çektirince de arkamızda Savaş Müzesi’nin görüntüsü yer alıyordu. Yani tam karşı karşıya idi duruşları
CANBERRA SANAT VE SAVAŞ MÜZELERİ
Dünyanın sayılı savaş müzelerinden biri olan Canberra Savaş Müzesi benim üzerimde en fazla etki bırakan yer oldu.
Çok büyük ve yemyeşil bir alana kurulmuş olan müzenin bahçesinden girerken ilk karşılaştığımız şey Atatürk köşesiydi. Bahçede Türk Bayrağı’nın gölgesi altında yer alan Atatürk’ümüzün büstü önünde resim çektirmek en şereflisiydi. Hele büstün altında Atatürk’ün Anzak annelerine hitaben gönderdiği mektubun metnini okurken gözyaşlarımı zor tutmuştum:
“Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” diyordu Atamız
Hüzün ve gurur… bu iki duyguyu bir arada yaşamıştım orada gezerken.
Müzenin içinde sayısız bölümler ve gösterime sunulan Anzak askerlerine ait tarihi savaş malzeme ve hatırat vardı. Ama tabii ki benim için en önemli kısmı yine Anzak askerlerinin Gelibolu ile olan hatıratları idi… Monitörden yayınlanan savaş görüntüleri, Çanakkale’den getirdikleri malzemeler, resimler, haritalar, hatıra defterleri, mektuplar vs.’yi izlerken sanki o günleri yaşıyordum. Askerlerin kimisi Gelibolu’dan gelirken akasya yaprağı koymuş hatıra defterinin arasına… Kimisi sevgilisine veya annesine yazdığı mektupta anlatmış savaş ortamını… Kimisi topladığı kurşun, şarapnel v.b.savaş atıklarını hatıra olarak getirmiş.
Bunlar gibi pek çok şey vardı sergilenen. 1915’te kameraya alınan görüntülerden esinlenerek yapılanan bir maket vardı ki tüyler ürpertiyordu… Mehmetçiğin kendilerine siper yaptıkları toprağın altında hazırlayıp Gelibolu’ya çıkan düşman güçlerine kurdukları tuzakların maketiydi. O savaş ortamını tüm teferruatıyla canlandırmışlar sanki… Fotoğrafın birisinde oturmuş çaresizlik içinde ağlayan bir Anzak Askeri vardı… Savaş hakkında bilgi veren anlatan haritalar ve pek çok belgeler… Turist rehberlerin ifadelerinde ve müzede Türk askeri hakkında verilen bilgilerde en küçük bir taraf tutma yoktu. Gayet objektif olarak bilgiler sunuluyordu. Bu da yine takdire şayandı… Ata’mızın “Ne işleri vardı topraklarımızda? ” dediği gibi onlar da yaptıkları hatanın vahametini biliyorlardı galiba. Bu gibi insani artıları çok olan bir millet bunlar. Alkışlamak gerekli. Her tür yaşanmışlıktan ders alarak tekerrür etmemesini sağlıyorlar ya! Örnek olsun dünyaya!
Son olarak Canberra Sanat Müzesi’nde sergilenen sayısız ressamın eserlerinin yanında o hafta sergiye açılan Van Gogh’un tablolarını da seyretmek nasip olmuştu bize de. Çok güzel tabloların ve çeşitli sanat eserlerinin yer aldığı harika bir müzeydi.
Kültür seviyesi yüksek tam bir elit tabakanın yaşadığı Canberra şehrinde insanlarının giyim, kuşam ve davranışlarının nezihliği hemen dikkat çekiyordu burada.
Canberra küçük bir şehir olduğu için iki günde hemen her yerini gezdik sayılır.
WOLLOGONG, NEW CASTLE
Wollogong, New Castle, Canberra, Nelson By gibi kentlerin dışında sayısız köy ve kasaba türü yerleşim yerlerini gezdik…
Sydney’in kuzeyinde yer alan Wollogong şehrine girmeden önce yüksek bir tepeden seyrediyoruz… Şehrin kuş bakışı görünümünü izlemek için yol boyunca tabelalarla gösterilen ‘Look-out’ denilen seyir yerinden okyanus dalgalarının koylara gelip köpürerek çarpışını, hâle hâle yayılan beyazdan laciverte kadar hele de turkuaz mavisi nin tonlarını yüzlerce metre yükseklikten izledik… Hilal şeklinde yan yana dizilmiş koyların kenarında kurulmuş olan Wollogong şehrine kuş bakışı enfesti doğrusu. Uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusunun dev dalgalarının kıyılara çarparken oluşturduğu manzara görülmeye değiyordu. Bulunduğumuz yerden yüzlerce metre aşağıda olan şehre inmeden önce sık ormanları görüyoruz. Sonra orman içinden kıvrılarak inen harika bir yoldan koylara doğru yol aldık döne döne… Ormanın içinden geçerken kangruların yoldan kaçışına şahit olmuştum.
Şehir her ne kadar Sydney kadar gelişmiş olmasa da çok şirin, temiz, bakımlıydı her yeri… Villa tipi evlerin ve bahçelerinin güzelliği, yolların düzgünlüğü, yaşamın sakinliği her yerde aynı zaten… İpek gibi kumlarında okyanusun dalga dalga vuruşları altında yürüdük, güneşin batış saatlerinde. Kumsallarındaki yumuşacık kumlar, martılar, dalgalar ve sükunet tam manasıyla şiir gibiydi.
Wollogong’un az dışında harika bir yere girdik ki ; dehşet güzellikte bahçesiyle güney yarım kürenin en büyük Hindu Tapınağıydı burası. Hem Çin ve Japon mimari tarzıyla tapılmış olan çeşitli tapınak binaları, hem heykelleri dikkat çekiciydi ama ille de bahçesi ille de bahçesi diyorum. Başka bir şey söylemiyorum. Enfes ağaç ve çiçekleriyle peysajın hakimiyeti ruha dinginlik, mutluluk katıyordu.
Newcastle Şehri için de aynı şeyleri söyleyeceğim… Newcastle, Wollogong’dan daha Avrupai geldi bana… Yüksek binaları ve gelişmişliği daha dikkat çekiyor. Koylarının güzelliği biri birini aratmayacak nitelikte hepsinin…
Newcastle’nin Nelson By isimli bir körfezinde kaldık bir gece… Önce okyanus sahilinde, sonra bir iç deniz sahilinde denize girmelerimizin ardından otelin havuzunda ve jakuzisinde suya dala çıka tam bir balık olmuştuk… Burada unutulmaz anlar yaşadık. Yeşilin, denizin, evlerin güzelliklerin doyumsuz tadıyla gezdik epeyce. Pelikanlara yem atan balıkçıyı seyrettik durup. O kadar güzellerdi ki sanatkârını hayranlıkla VE ŞÜKÜRLERLE andık derinden.
Öğle saatlerini geçirdikten sonra ertesi gün işe başlayacak olan çocukların evlerinde dinlenmeleri gerekiyordu. Hazırlığımızı yapıp Sydney’e dönmek üzere geliyorduk ki, aniden karşımıza sahil boyunca kum tepeleri ve çöller çıkmaz mı? Şaşırıp kalmıştım… Sıcaklık o gün 40 derecenin üzerindeydi zaten… Çocuk gibi yalın ayak attım kendimi çöllerin kızgın kumlarına… ohhh romatizmalarıma ne güzel geliyor Allahım! Filmlerde gördüğüm o dehşet çöller ayaklarımın altındaydı şimdi… Kızım ve damadım benim hoşlandığımı görünce terler içinde de olsalar onlar da bana ayak uydurdular… Deve kervanıyla turistlerin gezdiği kervana biz de katıldık… Bu defa deve sırtında birbirine bağlı kafile ile çöl gezmeye başladık. Her ne kadar develer çok fena kokuyor olsalar da sırtlarında gezerken hissedilmiyordu.
Zaten sevimlilikleri de kokularını bastırıyordu. Kızımla aynı deveyi paylaşmıştık. Arkamızdaki devede oturan damadımın sık sık bize seslenmesiyle zoraki dönüp bakışımızdan oluşan komik fotoğraflar harika birer anı olarak kaldı.
Turistik kervanla gezintinin en hoş kısmı sahilde okyanus suları içinde olan bölümüydü. Tepemizden güneş vururken develerin ayaklarına çarpan dalgalar ferahlatıyordu bizi. Kumsalda denize giren insanların alkış sesleri arasında develerle gezinmenin keyfi tahmin edilir sanırım.