AB’nin kendi içinde müktesebatı doğrultusunda bir gelişme gösterememesinin ve özellikle aday ülkelere yönelik demokratik tavsiye ve yaptırımlarındaki gevşemenin hatta ilgisizliğinin birinci nedeni, sermaye çevrelerinin iktidarlar üzerindeki hegemonyalarıdır.
AB’nin geldiği yer belli de gittiği yer belli mi? Daha doğrusu AB, kendi müktesebatı doğrultusunda mı ilerliyor, yoksa hedeflerinde bir sarsılma, geriye gidiş ve değerler erozyonu mu yaşıyor? Hatta bir makas değişimine mi gidiyor?
Epeyi bir süredir AB’nin geleceğinin belirsizlikler taşıdığı, eski AB olmadığı şeklinde bir düşünceye sahip olmakla birlikte, böylesine devasa bir konuda AB üzerine yazmaktan da imtina ediyordum.
Bu sıralarda Amin Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı” (Yapı Kredi Yayınları- 2021) adlı deneme kitabını okuyunca, kitabın AB ile ilgili kısımlarıyla düşüncelerimin örtüştüğünü gördüm. Bu durum beni, konuya dair birkaç kelam eylemeye teşvik etti.
Maalouf şöyle diyor:
“…Avrupalıların II. Dünya Savaşı sona erdiğinden beri gerçekleştirdikleri çarpıcı ilerlemeleri azımsamak istemiyorum. Onları yürekten alkışlıyorum. Ama bugün belli bir hayal kırıklığı yaşadığımı inkâr edemem…Tüm insanlığa bir pusula sunacağını, insanlığın yolunu yitirmesini, kabilelere, cemaatlere, hiziplere, topluluklara bölünmesini engelleyeceğini umuyordum.” (164)
Yüzyılların en kanlı savaşlarının ve iç çatışmalarının yaşandığı Avrupa’da AB’nin temellerinin 1648’de imzalanan büyük Vestfalya Antlaşması’yla atıldığı ileri sürülse de II. Dünya Savaşı’nın o korkunç yıkımı sonrasında asıl olarak 1952 yılında Belçika, Federal Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda’dan oluşan 6 üyenin katılımıyla “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu” adıyla kuruldu.
Topluluk, 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), 1993 yılında da Avrupa birliği (AB) adını aldı. Bugün 27 üyesi var.
AB müktesebatında yer alan hukuk, insan hakları, adalet gibi evrensel değerlerin kazanımının altında ciddi bir işçi sınıfı ve baldırı çıplakların hak mücadeleleri yatar. Demokrasinin inşasının harcı emek ile karıldı.
Ancak bu tarihi birikimde bugün yaşanan/yaşatılan erozyon, demokratik çevrelerde bir hayal kırıklığı yaratmakta.
AB pusulasındaki sapmalar
Maalouf’un “tüm insanlık tarihinin bu en umut verici deneylerinden biri” dediği AB’nin pusulasındaki sapma nedenleri üzerine birkaç saptama yapabilir.
Sosyalist Blok’un yıkılması sonucunda (Belki de Doğu Avrupa’da boşalan alanı Rusya’ya kaptırmamak kaygısıyla) bugün 27 üyeye ulaşan Birliğin bu hızlı büyümesi, Birliği iktisadi ve politik açıdan sıkıştırdığı, sindirim sıkıntısı yarattığı ve getirdiği sorunlar karşısında bocalattığı görülmekte.
Bir başka husus (ki, bu çok önemli olup dünyanın yakın gelecekteki temel sorunlarından biri olacaktır) göçmen/sığınmacı baskısının tazyikini karşılamakta güçlük çekmesi, bu durumun Birliği kapanmaya zorlaması ve bunun da Birliğin politik etki alanının daralmasına yol açması.
Göçmen tazyiki, bir yanıyla da Birliğin kendi içerisinde göçmenlere karşı ırkçılığın, milliyetçiliğin yükselmesine yol açmakta.
Başka birçok faktör daha sayılabilir.
Bumerang etkisi
Şöyle bir tez ileri sürülebilir mi? AB’nin tıkanmasının bunlardan daha önemli ve belirleyici bir başka nedeni var ki, amaçladığı hukuk, haklar, adalet, özgürlük, refah gibi değerler manzumesindeki asıl sapmayı, kapitalist dünyada son yıllarda finans, rantiye ve uyuşturucu sermayesinin üretim sermayesini baskılayan, yer yer onu hacmen ve politik etki alanı olarak geçen bir konuma ulaşması oluşturmaktadır! (Bu ayırımı yaparken sermayeyi iyi sermaye, kötü sermaye olarak tasnif etmiyorum.)
Sermayenin alanları farkından söz ederken, bu alanlara göre o kesimlerin hukukla ve sosyal hayatla kurduğu ilişkiyi ifade etmeye çalışıyorum.
“…sosyal eşitsizlikler öylesine arttı ki her biri koca koca devletlerden daha zengin, küçük bir hiper milyarderler sınıfı ortaya çıktı.” (109) diyen Maalouf’un cümlesi, sermaye hareketlerinin yönelimini trilyon dolarları yöneten finans kuruluşları sağlarken, bu merkezler aynı zamanda iktidarları belirleme güçlerine de sahip olabilmekteler diye tamamlanabilir.
Elbette sermaye kârına bakar ama bunu yaparken bu devasa dolar, Euro fonlarını yöneten finans sermayesi ile rantiye sermayesi kesimleri (Uyuşturucu sermayesini de ekleyerek buna vur-kaç sermaye diyebiliriz) bizim gibi ülkelere daha çok üretime yönelik yatırımlar yerine, faiz ve rant esaslı sermaye transferlerine yönelirler. Dolayısıyla bu kesimler için o ülkelerdeki demokratik değerlerin olup olmaması önemli değildir. Hatta otoriter, totaliter, diktacı yönetimler onların tercihidir. Çünkü orada rüşvet, komisyon çarkları daha rahat döner. Şeffaflık bu sermaye kesimlerinin işine gelmez.
AB’nin kendi içinde Müktesebatı doğrultusunda bir gelişme gösterememesinin ve özellikle aday ülkelere yönelik demokratik tavsiye ve yaptırımlarındaki gevşeme, hatta ilgisizliğinin birinci nedeni, sözünü ettiğim sermaye çevrelerinin iktidarlar üzerindeki hegemonyalarıdır diyebiliriz.
Sonuçta sermaye kesimlerinin ve onların destekledikleri iktidarların daha çok kâr amacıyla çatışma ve savaş ortamlarını desteklemesi, son 30 yılda ciddi göçmen hareketlerini de tetikledi. Göçmenler AB’nin kapılarına dayandılar.
Sonuçta bu ülkelerin vur-kaç taktikli sermaye kesiminin ve onların etkisindeki iktidarların elde ettikleri kârlar, bir bumerang etkisiyle kendilerini de vurmaya başladı. AB’nin gerek kendi içerisinde gerekse diğer ülkelerle demokrasiden uzaklaşarak, kendi hukuk kurallarını dahi çiğneyerek ilişkiler kurması, kendi sermayelerini daha çok büyütebilir ama böylesi bir büyüme, bir yanıyla bizim gibi ülkelerdeki demokrasi düşmanı iktidarları güçlendirirken aynı zamanda kendi Birliğinin çöküşüne de kapı açması demektir.
Umudun çöküşü
Maalouf’da Akdeniz neşesinden çok, bir doğulu hüznü vardır. Bunu yalnız denemelerinde değil romanlarında da görürüz.
Gelecek kaygısının alabildiğine yaygınlaştığı bir dünyada yaşadığımızı belirterek “Uyuşturucu kaçakçılarının öğretmenlerden daha fazla hayranlık duyulan bir mahallenin toplumsal çürüme odağı haline geldiğini anlamak için uzun ispatlara gerek var mı?” (155) diyen Maalouf, kitabının sonunu “Çağdaşlarımızın çoğu ilerleme ve refahın hüküm süreceği bir geleceğe artık inanmıyorlar. Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, şaşkın, öfkeli, mutsuz, pusulalarını yitirmiş haldeler.” (192) cümlesiyle bağlıyor.
Acı verici ama maalesef böyle.
9. Senfonideki yaşama sevinci
AB idealini en iyi tanımlayan ve insana/insanlığa yaşama sevinci veren Beethoven’in 9. Senfonisinin son bölümünü dinlerken ruhunuz, evrenselliğin müzikteki en zarif ve coşkulu ifadesiyle buluşuyor.
1785’te Alman ozan, oyun yazarı ve tarihçi Friedrich Schiller’in yazdığı ve Neşeye Övgü (Ode To Joy) kasidenin girişi şöyledir:
Neşe, Tanrıların güzel kıvılcımı,
Ey Elizyum kızı,
Giriyoruz coşkuyla,
Senin ilahi, kutsal mabedine!
Senin büyünle birleşir,
Geleceğin acımasızca ayırdığı;
Tüm insanlar kardeş olur,
Yumuşak kanadın altında.
19 Ocak 1972’de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Beethoven’in 9. Senfonisinin sonundaki Neşeye Övgü bölümünü Avrupa Birliği’nin resmî marşı olarak kabul etmiştir.
Neşeye Övgü, Neşeye Ağıt veya Neşeye Şarkı isimleriyle bilinen şiirin bestelenmiş sözleri şöyledir:
Kardeş olun ey insanlar, / Bunu ister tanrımız! / Bu dünyada her şey geçer, / Yalnız sana dost kalır. / İnsanlığa doğruluğa, / Göğsünü aç korkma sakın. / Hür doğmuştur insanoğlu, / Hür yaşamak hakkıdır.
İlk defa 7 Mayıs 1824’te Viyana’da Karntnerthor-Theather’da seslendirilen Beethoven’ın 9. Senfonisi, Kral Friedrich Wilhelm’e ithaf edilmiştir. Senfoninin son bölümü Shiller’in Neşeye Övgü şiirinin bestelenmiş halidir.
İnsan hakları evrensel değerlerinin, özgürlüğün, refahın, barışın hayat bulduğu bir dünyanın bir öncülü, bir prototipi olarak görebileceğimiz AB’nin bu zorlu dönemleri atlatacağını ve ülkemizin de bu birliğin bir parçası olacağı umudu ve dileğiyle…
Değerli Fikret İlkiz’in de dediği gibi, şimdi Dokuzuncu Senfoni zamanı.
TIKLAYIN – Dokuzuncu Senfoni Zamanı
(HA)