Okullarda istisnasız tüm tarih derslerinde Lale Devri’nin “zevk-ü sefa, abartılı bir eğlence devri” olduğu anlatılır. Dolayısıyla bu zevki sefaya düşkünlük koca bir devletin çöküşünü başlatmıştır.
Üstat Necip Fazıl’ın meşhur ifadesi vardır: “İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe! Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?”.
Maalesef tarihi gerçekler bazen bize tek taraflı, yanlı ve hatta eksik olarak anlatılmıştır. İyi bir okumayla bu eksiklikler fark edilecektir.
‘Lale Devri’ olarak adlandırılan bu devir, sosyal, toplumsal ve kültürel oluşumlarda tarihimizin çok kritik bir dönemidir. “Zevk-ü sefa ve eğlence” suçlaması görüntüden kaynaklanan yanlış bir suçlamadır. Elbet haklılık payı vardır ancak hiçbir zaman abartılacak kadar değildir.
Devrin Osmanlı yönetici ve aydınları Avrupa’yı tam zamanında ve doğru noktada yakalamışlardı.
1700’lerin başındaki Avrupa, rönesans ve reform hareketlerinin doğal sonucu aydınlanma çağını yaşıyordu. Hala ortaçağ kalıntıları, anlayışları vardı Avrupa’da. Kilise etkisini devam ettirmeye çalışıyordu. Leibniz felsefede yeni bir çığır açmıştı. Newton fiziğin temellerini atmıştı.
Sanayi devrimi henüz gerçekleşmemişti. Üretim geliştirilmiş mekanik düzeneklerle devam ediyordu. Deniz aşırı seyahatlerle Avrupa, dünyaya açılmıştı. Doymak bilmeyen ve merhametsiz bir anlayışla Avrupalı denizciler Asya ve Afrika’nın maddi değerlerini ülkelerine taşıyorlardı. Bu maddi biriktirmeler Avrupa’yı zenginleştirecek daha fazlasını edinme kapital anlayışı sonunda sanayi devrimini doğuracaktı.
Osmanlı yöneticileri o eski ihtişamlı günlerin geride kaldığını çok iyi görmüşlerdi. Meydanlarda “Allah Allah” sesleriyle çil yavrusu gibi dağıtılan Gavurlar, artık kendilerinden güçlü ve üstün durumdaydılar. Güçlenen bu Avrupa’yı artık görmek, tanımak hatta onlardan örnek almak gerektiğini Lale Devri yöneticileri doğru idrak etmişlerdi. Bu amaçla ilk defa Avrupa’ya elçi olarak Yirmisekiz Çelebi Mehmet gönderilecekti. Bu gönderilişin asıl amacı Avrupa’yı görmek ve tanımak, neyi nasıl yaptıklarını öğrenmekti. Yirmisekiz Çelebi Mehmet, deniz yoluyla gittiği Fransa’yı yaklaşık bir yıl gezip inceledi. Görüp tespit ettiği önemli ayrıntıları yazıp ‘sefaretname’ adıyla dönüşte Padişaha sundu. Bu bizim ilk resmi Avrupa incelememizdir.
Avrupa’yı yakalama adına Osmanlı yönetimi, Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in anlatımlarını dikkate alarak özellikle İstanbul’da geniş bir imar faaliyetine başladı. Amaç şehri güzelleştirmek, Allah’ın verdiği nimetleri görünür hale getirip Osmanlı insanına sunmaktı.
Osmanlılar aydınlanma çağı Avrupasını da çok iyi görmüşlerdi. Gelişimin eğitim ve bilimle mümkün olabileceği anlaşılmıştı. Sultan Üçüncü Ahmet, bir taraftan imar yapılar yaptırırken bir taraftan da zengin kütüphaneler kuruyordu. Topkapı sarayına devrin sanat anlayışının yansıtıldığı büyük bir kütüphane yaptırmıştır. Sanat ve estetik harikası çeşmeler ve yapılar inşa ettirmiştir.
Matbaa ilk defa Avrupa’dan yüzlerce yıl sonra Osmanlıya Lale Devrinde girmiştir. Dönemin aydınları matbaanın gerekliliğini ve Osmanlı için zorunluluğunu çok iyi kavramışlardı. Matbaanın ülkeye girmesi aydınlanma yolunun açılmasıydı.
Matbaanın kazandırdığı ivme ve devletin imar yönündeki faaliyetleri topluma bir rahatlama getirmiş bunun sonucu bilimsel çalışmalarda hız kazanmıştı. Bu dönemde ilk defa Türkçeye doğu ve batıdan önemli eserler tercüme edilmişti. Matbaayla birlikte dönemin en önemli ve geleceğimizi şekillendirici faaliyeti Sultan Üçüncü Ahmet’in tercüme heyetini kurması ve bu heyetin ayrım gözetmeden yaptığı bu tercümelerdir.
Doyumsuz kapital anlayışlı Avrupa’nın, Asya ve Afrika’nın tüm kaynaklarını artezyenlemesi Osmanlıyı bir yerde mali sıkıntılara sokacaktı. Zamanın Osmanlı yönetici ve aydınları muhtemelen bunu da çözeceklerdi. Ama henüz başlangıçtaki küçük maddi sıkıntılar yeni yapılanmayı kabullenmeyen devletin ikinci bir kademesinde tahammülsüzlüğü doğurdu. ‘Dine bi-gayri’, ‘zevk-ü sefaya düşkünlük’ bir zamanların ‘irtica’ suçlaması benzeri yaftayla bizim Rönesanssımız maalesef başlamadan bitirildi.
Evet Avrupa’yı tam zamanında yakalamıştık. Hızlı bir rönesans ve reform harekeleri benzeri bir oluşumla hemen aydınlanma çağına girebilirdik. Eğer bunu başarmış olsaydık bugün Avrupa’yla at başı gidecektik.
Niye mi? Çünkü devletin Üçüncü Selim’den çok önceleri yakaladığı lale devri programı mutlaka bunu sonuç verecekti. Yapılanlar sadece imar faaliyetleri değildi. Teknik yapılaşmaya da gidilmiş cam ve çini fabrikaları kurulmuştu. Matbaanın ortaya çıkardığı kitaplar kütüphaneleri doğururken tercüme faaliyetleri yeni bilimsel gelişmeleri beraberinde getirecekti. Kaldı ki Avrupa’nın henüz bilmediği ‘çiçek aşısı’ Lale Devri İstanbul’unda uygulanmıştı.
Yunus Emre’nin dediği gibi: “Bu dünyada bir tek şeye yanar içim, göynür özüm; Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi”.
Tarihimizde ben hep yarım bırakılan bu milleti yüceltecek projelere ve yetişmiş insanların ortadan kaldırılmasına acırım. Acımak ne ki Yunus gibi “yanar özüm, göynür gözüm”.