Köşe başını kendine mesken tutmuş, bir gözü üniformalı adamlara ayarlı şu bizim gariban kokoreççiyi içinde bol bol ‘Avrupa’ tabirinin geçtiği hararetli bir nutuk atarken izlemeseydim, büyük ihtimalle böyle bir yazı yazmaya kısa vadede niyetlenmeyecektim. Rastgele bindiğim takside akşama kadar ‘direksiyon sallamak’tan canı çıkmış taksici biraderin sık sık küfredercesine ‘Ulan bir de Avrupa Birliğine gireceğiz be, çok gireriz’ yollu celallenmeleri de tuz biber oldu elbette…
İlginç olanı, bu ‘normal yurdum insanları’nın zihninde, ‘Avrupa’nın bu kadar ‘canlı’, bu kadar güncel ve bu kadar kullanımda olması, sadece kitlelerin ruhunu şekillendiren aktüel politiğin (yani şu Avrupa Birliği’ne girip girmeme meselesi) etkisiyle açıklanamaz gibi göründü bana… İçimden bir ses, bu durumun, yaklaşık iki yüzyıldır kolektif bilincimizde yer tutan Avrupa’nın daima yeni, diri, dinç, üretken, yenilikçi, öncü vb. olduğuna dair gizli inancımızla bağlantılı olduğunu söyledi… Sanki, en bıçkın entelektüelinden, en hırpani adamına kadar büyük bir çoğunluğun zihninde böyle bir gizli, yerleşik kanaat var… Sanki hala daha bilim dersen onda (Avrupa’da), felsefe dersen onda, teknoloji dersen onda, refah dersen onda, her alanda yenilik dersen onda, ‘adamlar yemiyor, içmiyor ha bre üretiyor kardeşim, ne cevval, ne atakan şu Avrupa’…
Gerçekten öyle miydi? Ruhuyla cesediyle; düşüncesiyle teknolojisiyle, diniyle pratik hayatıyla, sanatıyla mimarisiyle Avrupa dedikleri gerçekten tümüyle canlı, diri, hayattar mıydı?
Tüm bunlar bana, tarihi referansların izini takip eden, bize Avrupa’yı Hatırlamak’tan bahseden Edgar Morin gibi gerekirse ‘dışardan’ bakabilen düşünürlerin de bahçesine uğrayarak bir muhakeme yürütmek gereğini hissettirdi… Bu okuma biçimi, Avrupa’yı yine Avrupa’nın gözlüğünden okumak demek olmayacak mıydı? Bilakis, sirkatini (hırsızlığını) izhar eden Kıpti’yi dinlemek gibi bir durum bu…
Yıl, 1453… Sultan Fatih Konstantinepolis’i İstanbul (İslambol) yaptı… Klasik tarih bilgilerine göre, bu tarihten itibaren bir çağ (orta çağ) kapandı yeni bir çağ açıldı. Roma’nın son kalıntısı olan Bizans’ın başkentinde bilimi, sanatı, felsefeyi, tekniği ayakta tutan ne kadar sanatçı, bilgin varsa İtalya’ya kaçtı ve İtalya’nın güneyinden başlayarak tüm Avrupa’ya yayılan bir ‘yeniden doğuş’ (Rönesans) hareketi böylece başlamış oldu. Bu hareket sonradan Reform’u (yeniden biçim verme) doğuracak olan ve Avrupa’yı Avrupa yapacak olan büyük hamlenin ilk adımıydı.
Tarih kitaplarını süsleyen bu ifadelerde nedense birkaç hayati nokta (belki de tarihi galiplerin fantezisi olmaktan kurtaramayarak ve yine Avrupa’nın yazdığı şekilde okumaktan kaynaklanan bir aymazlıkla) ısrarla gözardı edilir: Birincisi, Avrupa’yı bu yeniden doğuşa şiddetli bir arzuyla yönelten dip faktörler neydi? İkincisi, Avrupa bu doğuma sebep olan tohumu bünyesine sadece Antik Yunan’dan mı almıştı?
Tarih boyunca Avrupa, hadım edilmiş erkekler arasında tohumunu bulamayan işveli bir kadın gibi kendisine her bakımdan bir zindelik, canlılık, tazelik ve devamlılık sağlayacak ‘maya’yı ve enerjiyi kendi evi dışında aramış ve bulmuştur da. Bunu daha çok, ‘çok yönlü sömürgecilik’ ve ‘el altından kendine maletme’ diyebileceğimiz usturuplu yollarla yapmıştır. Fakat bu benzetmelerle dolu anlatımımızda gözden kaçmaması gereken nokta şudur ki, genelde Batı özelde Avrupa iyi bir mühendis ve iyi bir uygulamacı olduğu için kendi dışındaki dünyadan özellikle kendine teorik/paradigmatik bazda bir hamle yaptıracak, fikri devrimlere yol açacak, dolayısıyla yeni bir sanat, yeni bir teknik, yeni bir yaşama biçimi, kitlelerin güdülmesi için onlara sunabileceği yeni umutlar doğuracak cins tohumları almayı kendine huy edinmiştir. Kendini bu şekilde ayakta tutmuş ve bugünkü haline de bu yolla gelmiştir desek yeridir. Yani, Avrupa’nın ruhu kendi kendini yenileme özelliğine sahip değilken, bedeni kendini genç, canlı, taze ve diri göstermeyi (envai çeşit kozmetik, makyaj malzemesi ve çok başarılı yapılan estetik müdahalelerle) daima başarmıştır diyebiliriz. Bu bugün de manzara fazlasıyla böyledir ve bizim kokoreççiyle, taksicinin aklını çelen illüzyon da burada saklıdır.
Avrupa’nın kökünü temsil eden Antik Yunan, sözkonusu ‘gençlik aşısını’, ilk olarak özellikle kadim doğuya (Mısır ve Hind başta olmak üzere) ve hermetik geleneğin canlı olduğu noktalara yaptıkları seferlerle bilinen Pisagor, Platon, Aristoteles gibi filozofları aracılığıyla temin etti. Hemen sonrasında Büyük İskender gibi büyük bir hırs kumkumasının doğu seferinde, özgün bir kültür nesnesi olmak adına ne bulursa (yeni görülen bir bitkiden tutun da bir kütüphanenin tüm kitaplarına varıncaya kadar) Atina’ya göndermesi üzerine bu aşı Batı’nın eski temsilcisi Roma’da bizzat hayatın içinde somutlaşmak suretiyle iyice pekişti… Kültürün, düşüncenin, toplumsal kurumların, yaşama biçiminin, kitlelere sunulacak umutların tıkanan boruları açılmıştı. Sokrates öncesinde yeni bir alem tasavvuru, yeni bir dünya görüşü, yeni bir yaşama biçimi, kısaca yeni bir paradigma üretemez hale gelmiş Antik Yunan’ın bir tür bitkisel hayata girmiş komadaki ruhu kurtarılmıştı… Yeni bir can üflenmişti adeta…
Büyük İskender’in katkılarıyla, hocası Aristoteles’ten sonra kalbi yeniden teklemeye başlayan (Aristoteles’in ölümüyle başlayan süreçte tamamen pratiğe irca olunan ve giderek hedonist (hazcı) ahlakın boyunduruğuna giren düşünce hayatını ve günlük hayatı şöyle bir hatırlarsak) teorik ve pratik dünyaya yine yeni bir canlanma gelmişti. Bu canlılık Roma’da üst düzeyde bir hukuki ve politik kurumsallaşma, son derece gelişmiş bir teknik alt yapıya dayanan şehircilik, mimari, savaş sanatı gibi alanlarda değişik biçimler alarak Hıristiyan (İseviliği kasdetmiyorum, zira İsevilik Hz. İsa’nın yeryüzünden kaldırılışından kısa bir süre sonra Hıristiyanlığı dönüştürülmüş, Jesus (İsa) bir Christ’e (Tanrı’nın oğlu kurtarıcı) inkılab ettirilmiştir) dünya görüşünün kapalı/kısır cenderesine zaman içinde neredeyse tamamen sıkışmıştır. Tarihi tecrübeyle sabittir ki, Batı dünyası ne zaman hristiyanlıkla tamamen iç içe geçmişse, ona sıkı sıkıya yapışmışsa düşüşe geçmiş, ruhsal ve hatta bedensel ölümün eşiğine gelmiştir. Doğu ve özellikle İslam medeniyeti açısından bakıldığında ise gidiş tam ters istikamette seyretmiştir. Yani Batı dünyası hristiyanlığın kucağına kendini bıraktıkça çökmüş, İslam alemi ise İslamiyet’e tutundukça yükselişe geçmiştir.
İşte, Roma’nın Hıristiyanlığın hortumuna kapılıp kendi içine kapandığı, gen havuzunu yeniden tükettiği, bir tür kültürel gettolaşma ile paradigmatik kısırlığa mahkum olduğu bir dönemde, bir din olarak İslamiyet’in, ardından kadim hermes kültürünün Antik Yunan’daki mirasına ‘yitiği’ gözüyle bakıp, o mirası (bazen Yunan kokusunu fazla alarak da olsa) kendi bünyesine katıp büyük bir sıçrama yapan İslam düşüncesinin yükselişini gözlemliyoruz.
Rönesans’ı hazırlayan ana dip faktörün İslam Düşüncesi’nin bu büyüleyici derinliğinin ve genişliğinin Batı’ya çok değişik kanallardan aktarılması ve maledilmesi olduğu yönündeki tespitler artık adiyat türünden telakki olunmaktadır. Evet, elbette Rönesans için Antik Yunan’a gidilmiştir ama oradan alınan, yine kadim doğudan alınan o özgün dönüştürücü mirasın meyveleridir, yansımalarıdır. Ama özellikle İslam Düşüncesi’nin büyük, köklü, derin, canlılık veren mayası, Ortaçağın engizisyonunda can çekişen Avrupa’nın ruhuna ve bedenine bir kez daha can üflemiştir. Gençlik aşısı bir kez daha bulunmuş, taze kana kavuşan yaşlı büyücü bir kez daha ruhunu kendine kattığı kurbanı aracılığıyla gençleşmiş, eski gücüne kavuşmuştur.
Rönesans’tan bu yana yaşananları bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirirsek, Batı dünyası, Rönesansla yakaladığı tazelenmesini ve çıkışını İkinci Dünya Savaşı’nın beynine indirdiği derin darbeye kadar sürdürmüştür, denilebilir. Beden gayet cesametli ve parlak gözüküyor ama iyi beslenen semirmiş, bakımlı bir bedende hep o bildik parıltı, o sahte güzellik yok mudur?
Daha doğrudan konuşursak, Batı dünyası, sanattan mimariye, bilimden teknolojiye, alternatif yaşama biçimlerinden kurumsallaşma anlayışına kadar hayatın bütün alanlarında ikinci dünya savaşından bu yana farklı, yeni, derin, orijinal ve dönüştürücü hiçbir argüman geliştirememiş durumdadır. Bu Batı ve özellikle Avrupa adına yeni bir zihinsel ölümdür. Yeni bir koma halidir. Varoluşçuluğun hazin ve karanlık çığlığı sayılmazsa, karizmatik ve klasik büyük düşünür tipinin son örneği sayılabilecek Martin Heidegger hariç tutulursa (Sartre ve Camus’nün bir filozof olmaktan çok felsefi yazan bir yazar oldukları unutulmamalıdır), Avrupa’da büyük bir düşünüş değişimi, bir düşünce paradigması geliştirilemediği görünmektedir. (Bu noktada kimileri, Postmodernizm’den bahsedecek, ayrıca Boudrillard, Adorno gibi isimleri hatırlatmaktan geri durmayacaktır. Onlara şöyle bir teşbihle cevap verebiliriz: Postmodernizm, mutfağında yiyecek hiçbir yemeği kalmamış hamarat bir kadının, kavanozların dibinde kalan ne kadar yiyecek varsa bir tencereye koyarak karıştıra karıştıra yaptığı mide bozucu lapadan başka bir şey değildir.)
Avrupa, zihinsel/ruhsal alanda yaşadığı bu kısırlık krizini teknolojideki varolanı daha da iyileştirmek yönündeki bitimsiz çabasıyla, kurumları ve insanların davranışlarını mühendisçe bir tutumla şekillendirmeye çalışmakla telafi etmeye çalışmaktadır adeta. Yeni ve derin bir şey ortaya koyamamaktan kaynaklanan sıkıntılı bir çırpınışla sürekli sınırsız çeşitlilikte ‘versiyon çalışmalar’ önümüze koymaktadır.
Batı dünyasının, bugün gelinen noktada her taraftan tıkanan boruları açabilmek için şiddetli bir arzuyla ‘ikinci rönesans’ arayışı içinde olduğu aşikardır. Aksi halde tarihsel döngü tekrarlamayacaktır. Yaşlı cadıya İkinci Rönesans aşısıyla ruh üfleyecek olan kara yağız delikanlı nerededir dersiniz?