Atatürk’e hediye edilen bir dolmakalem; küçücük bir olay. Ancak bu küçücük olay, Türkiye’nin resmi tarihini okumanın bir kılavuzu, anlamanın bir yolu ölçeğinde büyük.
O küçücük dolmakalem, kendini yok sayan tarihin yerine yeni bir tarih yazımının mürekkebini içinde taşıyor.
Sivas Kongresi hatırasına, Sivaslılar tarafından 1927 yılında Atatürk’e hediye edilen dolmakalem’in hikâyesini “Agos” gazetesinden okudum. “Ustasının Adı ‘Parizyen’ Zareh’ti” başlığıyla çıkan yazıyı Sarkis Seropyan yazmış.
“Anıtkabir’in müze bölümünde bir dolmakalem sergileniyor. Taşlarla süslü, göz kamaştıran bir kalem bu. Üzerindeki bilgi notunda, kalemin Atatürk’e, Sivas Kongresi hatırasına, Sivaslılar tarafından hediye edildiği yazıyor. Ancak kalemi yapan kuyumcu ustası hakkında herhangi bir bilgi yok. Adı anılmayan bu ustanın adı Zareh Tahtacıyan’dır; nam-ı diğer ‘Parizyen’ Zareh”
1889 İstanbul doğumlu olan Zareh, çıraklıktan yetişme bir kuyumcu ustası. 1911 yılında Paris’e gitmiş, bir yıl kadar orada kalarak zanaatını geliştirmiş. Alafranga kuyumculuğu Osmanlı’ya ilk getirip tanıtan kişi olduğu için, kendisine ‘Parizyen’ lakabı verilmiş. 1942 yılı Varlık Vergisi fecaatini yaşayan ve Erzurum Aşkale’deki çalışma kampında bir süre kalan Zareh Usta, 1948 yılında da İstanbul’da ölmüş.
Sarkis Seropyan bu bilgileri verdikten sonra, o dönemde 4 bin lira değerinde olduğu belirtilen bu pırlantalı altın dolmakalemin özelliklerini, bir katalogdan alıntılayarak bildiriyor.
Sivaslılar, Sivas Kongresi hatırasına, Zareh Ustadan dolmakalemi satın almışlar ve Atatürk’e hediye etmişler. Anıtkabir’de sergilenen eşyalar arasında bu dolmakalem de var. Sergilenen dolmakalemin bilgi notunda bu hediye faslı yazarken, dolmakalemi yapan ustanın adını yazmamışlar.
Olabilir deyip geçilecek bir konu mu?
Çok da önemli olmadığı için yazmamış olabilirler mi?
Ustanın adının yazması gerekiyor mu?
Yazılmasa ne olur?
Eğer o usta Ermeni olmamış olsaydı, tüm bu soruların üzerinde pek durma gereğini duymazdım! (Ancak yine de ustaların kimliği ne olursa olsun, emeklerine saygı babında isimlerinin anılması gerekir).
Bir kere usta bir kuyumcunun zanaatını konuşturduğu böyle bir materyalin sergilenmesinde, o zanaatkârın adının yazılması, her şeyden önce insani bir davranışın, saygının gereğidir. Atatürk’ün ölümünden sonra, Anıtkabir’de sergilenen eşyalarının bilgi notlarında, besbelli ki, bir Ermeni adının geçmesi, sakıncalı görülmüş.
Bu zihniyet, çok tanıdık. İçimize işletilmiş. Öyle ki, Ermeni sözcüğü, küfür yerine kullanılır olmuş. Bu tarihsel sorun, Türk milliyetçiliğinin beslendiği damarlardan birini oluşturmakta.
Bu toprakların insanları, bu topraklarda bir avuç bırakılmış.
1900’lü yılların başlarındaki (özellikle 1915 kırımı) korkunç tarihsel olayların travması yaşanıyor hala. Ancak bir yandan da, daha düne kadar resmi görüş, sanki tarihte böyle hadiseler yaşanmamış gibi bir pozisyon takınmıştı. Klasik laftır; güneş balçıkla sıvanamayacağı için, bir gün gelir bu sorunlar karşına dikilir. Türkiye’de de dikildi. Sorunun yakıcılığı artmaya başlayınca da, Türkiye müthiş bir inkâr ve çarpıtma yoluna girdi.
Her neyse, derdim bu meselelere girmek değil. Ancak diyeceğim şu ki, özellikle devlet katında bu ‘ötekileştirici’ zihniyet öylesine yaygın ve derin ki, Atatürk’e hediye edilmiş özgün bir dolmakalemin ustasının adını bile yazmaktan imtina ediyor!
Küçücük gözüken bir olayın arkasındaki büyüklüğü görüyor musunuz?
İşte tarih okumaları da böyle bir şey; illaki büyük olaylardan, kocaman laflar ederek bahsetmek gerekmiyor.