Kadınla adam bir masada oturmuş konuşuyorlardı. Adam gözlerini kadından ayırmadan şöyle konuştu;
“Sen aşktan korkuyorum diyorsun. Ben de seni sevmekten korkuyorum. Oysa seni bir gün dahi görmezsem kalbim acıyor. Anlıyor musun, özlüyorum seni…”
Sonra adam ellerini tutmak istedi kadının. Kadın izin vermeyip hemen ellerini geri çekmişti…
Başını denizden yana doğru çevirdi.
Gözbebeklerinden yüzlerce ürkek serçeler uçuşuyordu, göğün rengini çalan denize doğru.
Sustu kadın…
Sustu adam…
Sustu gün…
Sustu daldaki serçelerle göç yorgunu kırlangıçlar…
İç dünyalarına doğru yolcu olmuşlardı her ikisi.
Kadın, nemli kirpiklerinin ardında tutuyordu yüreğinin gizli sözcüklerini. Aklıyla kalbi arasında çaresizlik yaşayan kadın bir süre sonra başını adamdan yana doğru çevirdi. Az önce dilinin ucunda zorla tuttuğu sözcükleri fısıldadı:
“Bu kadar yaklaşma yüreğime!”
Adam fısıldar gibi sordu:
” Neden?”
” Çünkü…Çünkü bu aşk beni çok yordu.”
Adam ısrar edemedi. İncinmiş gibi bir ifadeyle;
” Peki… O halde bir süre dinlendirelim yüreklerimizi,” Demişti sadece…
Çabuk pes etmiş olmalı ki sandalyesini geriye doğru iterek masadan kalkmıştı.
Kadın masada tek başına kalmıştı. Gönlünde dört mevsimi yaşatan adamın gidişini içi burularak izledi. Bakışlarına güvercin renkli bulutlar kümelenmişti.
İki kristal tanesi; göz pınarlarından aşağıya doğru yuvarlanıp çenesinde buluştu. Sanki iki nehrin kavuşması gibi deryanın dudaklarına doğru süzülmüşlerdi.
Haydi gelin donduralım bu hüzünlü kareyi.
Sevdalı çiftin yarım kalmış aşklarının resmini sil baştan karalasak mı tuvalimize?
Ne dersiniz?
Belki de o kadın bir *filofobikti. Belki de güven duygularını zorluyordu.
Tabi biz ilk başta belkilerin yanıtlarını veremeyiz. O derin mevzu.
Ben de belki bu satırları okur da “aşkla kalır” düşüncesiyle kafasında bir alay sorularla vedasız giden, o adama seslenmek istedim bugün…
Kalabalığın içine doğru değil, kalbinin rotasına göre git. Mesela bir kadının yüreğine gitmeyi başarırsan dünyanın en güzel 9.harikası ödüllü şehrine gitmiş sayılırsın.
Çünkü o kadının yüreği güneş ise seninki koca bir buz dağıdır. Bırak güneşe kendini. Yüreğini ısıtıp eritsin gönlünde uzamış sarkıtları.
Bir kadının kalbine giden yolu kaybedersen eğer “sürgündeki gezginler” gibi kendi yurdunu arar durursun.
Kılavuzun da yalnızlık olur.
Ne yap biliyor musun?
İçindeki o kaybolmaya yüz tutmuş pır pır eden kelebek misali çocuk masumiyetin kaybolmadan,
Şu masmavi göğün rengi alacaya çalmadan,
Güneş sarı altın saçlarını kısaltmadan,
Şu herkesin aşık olduğu yeryüzünde hayat solmadan,
Yüzümüze damlayan göğün gözyaşları kurumadan,
Gidin yüreğinden öpün sevdiğiniz kadının.
Çünkü kan akmaz sevdanın açtığı bıçak kesiği gibi ağrıyan yaralardan. Dokunarak veya merhem sürerek de geçmez sevdanın o dayanılmaz yürek sızısı.
Hem aşık olmak değil aşkla kalmak esastır.
Hem aşktan başka konuşulacak, hangi gerçek kaldı ki, çivisi çıkmış şu fani dünyada?
Ve son söz: “Aşkla kalın” her daim.
Emine Pişiren/Kocaeli
Dip not: * Filofobi tıptaki sözlük anlamı ” aşktan korkma hastalığıdır”
Sustu kadın…
Sustu adam…
Sustu gün…
Sustu daldaki serçelerle göç yorgunu kırlangıçlar…