Ülkemiz yaklaşık iki aydan beri çok acılı ve sancılı günler yaşıyor. Gün geçmiyor ki bir askerimiz, bir polisimiz ölmesin. Her gün bir yuvaya ateş düşüyor.
Annelerin, babaların, eş ve çocukların feryatları yeri göğü inletiyor. Böyle bir ortamda yaz aylarının vazgeçilmezi sayılan ne düğünler, ne de festivaller adamakıllı yapılabiliyor. Ülke olarak derin bir yastayız.
Türkiye’nin başına musallat edilen terör belası 37 seneden beri devam ediyor. 1978 senesinde kur(dur)ulan PKK terör örgütü, ülkemizin kalkınmasına ve ilerlemesine köstek oluyor. Dış mihrakların desteğiyle ayakta duran terör odakları, o günden beri Türk ordusuyla çatışıyor. Asker-sivil, kadın-erkek, genç-yaşlı, Türk-Kürt, Müslüman-gayrimüslim demeden önüne geleni hunharca öldürüyorlar. Kaos ortamı meydana getirmek için her yolu deniyorlar.
Kürtleri temsil ettiklerini ve Kürtlerin haklarını koruduklarını söyleyen bu canilerin maskesi çoktan düşmüştür. Çünkü PKK’nın Kürtlere hiçbir faydası yoktur; aksine büyük zararı vardır. Hem Müslüman Kürtlerin Marksist, Leninist ve Maocu olduğunu söyleyen hain bir örgütle nasıl bir organik bağı olabilir ki? Biz yıllardan beri söylüyoruz, bundan sonra da ısrarla söylemeye devam edeceğiz: “Türk-Kürt kardeştir, ayrım yapan kalleştir”
İlk eylemini 1984 yılında Eruh ve Şemdinli’de yapan PKK, başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri olmak üzere, bugüne kadar 35 binin üzerinde insanın terör yüzünden hayatını kaybetmesine neden oldu. Yazık değil mi gençliğinin baharında ölen bu insanlara?
Son günlerde dur durak bilmeyen asker ve polis cenazeleri ve onların yakınlarının yürek par(ç)alayıcı feryatları ülke olarak psikolojimizi bozdu. Hepimiz gözyaşları içerisinde seyrediyoruz bu acı manzaraları. Kendimizi onların yerine koyarak empati yapmaya çalışıyoruz. Fakat ateşin düştüğü yeri yaktığı gerçeğini de aklımızdan çıkarmıyoruz.
İster geçici, isterse muvazzaf olsun, askerlik gerçekten zor bir meslektir. Zira mesai kavramı yoktur askerlikte. Özellikle bir yıllık vatan borcunu ödeyenler için, mesai yirmi dört saatten ibarettir. Gecesi gündüzü yoktur (ask)erin. Bu mesleği icra etmek büyük fedakârlıklar gerektirir. Peygamber ocağıdır askeriye. Dinî açıdan da kutsal bir değer atfeder bizler için.
Bilindiği gibi askerlerin göreve başlarken silahlarını ellerine alarak yaptıkları bir yemin vardır. Askerin üzerine büyük sorumluluklar yükleyen bu yemin şöyledir: “Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime, doğruluk ve muhabbetle hizmet, kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim”
Bu yemin sözde değil, özdedir. Türk askeri bu yeminini hiçbir zaman unutmaz. Söz konusu yeminin “…icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim” kısmında ölüme, yani şehadete atıfta bulunulmaktadır. Askerliğin zorluğu ve sorumluluğu, daha çok buradan kaynaklanmaktadır.
Bir insanın bazı ulvî değerler için canını seve seve feda edebilmesi en büyük fedakârlıktır. İşte bu değerlerin başında vatan, bayrak ve istiklâl gelmektedir. Türk askeri bu kutsal değerleri muhafaza ve müdafaa etmek için silah kuşanır. Bunu şuurla yapar.
Yirmi yaşına gelen her Türk gencinin silahaltına alınması hem yasaların hem de bu yurdun nimetlerinden yararlanan kişilerin vicdanının gereğidir. Bu millet nimeti bölüştüğü gibi, külfeti de bölüşmelidir. Namuslu olduğunu söyleyen hiç kimse vatan hizmetinden kaçamaz. Vatan hizmetinden kaçmak yurda ihanettir. Peygamber ocağı olan askerden kaçmak eşkıyalıktır. Böyle kişiler şahsiyet fukarasıdır. Öte yandan askerler yurdun dört bir yanına eşit olarak dağıtılırken “bu cumhur reisi, bu başbakan, bu bakan, bu bürokrat, bu işadamı çocuğudur” denilerek hiç kimse kayırılamaz. Böyle yapanlar varsa bu en büyük alçaklıktır.
Geçtiğimiz yıllarda belli yaş aralıkları esas alınarak topçusu, popçusu ve bilumum zengini, bir miktar ücret karşılığında, “bedelli askerlik” adı altında silahaltına alınmaktan muaf edildi. Bu durum anayasadaki eşitlik ilkesine aykırıdır. Birilerinin gencecik yaşlarda ay yıldızlı al bayrağa sarılıp baba ocaklarına getirildiği bir Türkiye’de bedelli askerlik diye bir şey olamaz. Bu ayrımcılık cüzdanlara sığsa da, vicdanlara asla ve asla sığmaz. Böyle biline…
Geçenlerde gencecik bir yüzbaşımız Osmaniyeli Ali Alkan komutanımız kalleşlerin hain kurşunlarıyla Beytüşşebap’ta şehit edildi. Şehidin abisi Yarbay Mehmet Alkan, kardeşinin tabutuna sarılarak serzenişte bulundu. Bu sözler Türkiye’de gündem oldu. Peki ne demişti Yarbay Mehmet Alkan? Dilerseniz bu konuşmaya bir bakalım: “Buranın vatan evlâdı, 32 yaşında, daha vatanına, sevdiklerine doymadı, dünyaya doymadı, bunun katili kim? Bunun sebebi kim? Şu güne kadar ‘çözüm’ diyenler neden şimdi ‘sonuna kadar savaş’ diyor”
Bu konuşmaya empatiyle ve önyargısız baktığımızda pek bir olumsuzluk bulamayız. Zira bir abi düşünün… Henüz evlenme fırsatı bile bulamamış gencecik bir kardeşini kara toprağa vermenin arifesinde, içi yanıyor. O kardeş ki vatanına, sevdiklerine ve dünyaya doyamamış. Bedeniyle birlikte hayallerini de kara toprağa gömmüş. Acı ki ne acı…
Konuşmanın asıl can alıcı, çözüm süreci kısmına gelince burası biraz su götürür. Eğer Yarbay Alkan bunları acının verdiği ruh hâliyle söylüyorsa üzerinde durmaya gerek yok. Zira acısı hafifleyince her şey rayına oturur. Şayet devletin tepesindekileri hedef alarak, ince ince düşünerek ve hesap ederek konuşuyorsa bu böyle hassas bir zamanda doğru bir söylem değildir. Bu biraz da “Yurdun kontrolünü, hafif tabirle, şansa bırakalım” demekle eşdeğerdir.
Yıllardan beri Türk ordusuna hizmet eden Yarbay Alkan’ın ifadelerinde çözüm sürecinin bitişine mi, yoksa en başından böyle bir sürecin başlatılmasına mı isyan vardır? Burada pek bir netlik gözükmüyor. Fakat aynı şahsın “Saraylarda 30 tane korumayla gezip, zırhlı arabalara binip ‘Şehit olmak istiyorum’ diye bir şey yok” ifadesi tepkilerin muhataplarını da açıkça gösteriyor. İşte bu kabul edilebilecek bir söylem değildir. Zira asker devleti yönetenlerle tartışmak, onların politikalarını sorgulamak ve yargılamak için değil, yurdu korumak için vardır. Politika yapmak askerin işi değildir. Emekli olunca isteyen politikaya atılır. Hem devletin başındakileri savaşmaya çağırmak askerin haddine değildir.
Bizler bu vatanın evlatları olarak hiçbir vatandaşımızın, hiçbir asker ve polisimizin, bırakın ölmesini, burnunun bile kanamasını istemeyiz. Fakat ortada mevcut bir durum var. Hainler köy, şehir, mezra demeden her yere saldırıyorlar. Ara ve ana yolları kesip tırından taksisine kadar arabaları ateşe veriyorlar. Şehirlerarası yolları, yerleşim yerlerindeki cadde ve sokakları kazıp mayın yerleştiriyorlar. İnsanları dağa kaçırıp alıkoyuyorlar. Bir rivayete göre kızları dağa çıkarıp iffetlerini kirletiyorlar. Türkiye yangın yerine dön(dürül)müş. Böyle acı bir manzara mevcutken idarenin başındakiler elini kolunu bağlayarak oturabilirler mi?
Ordu; vatana, millete ve bayrağa saldırı olduğunda onu koruyup kollamak için vardır. Bütün dünyada ordular bunun için teşkil edilir. Yoksa 30 Ağustos’ta resmigeçitte nizami bir görüntü oluşsun diye ordu kurulmaz. Çocuklarımız yirmi yaşına gelince yurdu kem gözlerden korumak için o sımsıcak ana kucaklarından ayrılıp asker ocaklarına gidiyorlar. Sağ salim dönmeleri en büyük arzumuz ve temennimizdir. Fakat bu işin son ucunda ne yazık ki ölüm de vardır. Çünkü düşmanın insafı, vicdanı ve izanı yoktur. Kin ve nefret gözlerini bürümüştür.
Gelelim ordumuzun muvazzaf askerlerine. Onlar askerliği meslek olarak seçmişlerdir. Kimse kimseye askerlik mesleğini zorla seçtirmiyor. Onlar karada, havada ve denizde bir ömür askerlik yapmayı bilerek ve isteyerek kabul etmişlerdir. Nasıl ki bir öğretmenin işi cehalete karşı savaşmaksa muvazzaf askerin işi de düşmana karşı teyakkuzda olmak ve yeri gelince de kanının son damlasına kadar savaşmaktır. Bu mesleğin gereği budur.
Bu ülkede nice civanlar, kalleşlerin kurşunlarıyla ömürlerinin baharında ay yıldızlı damatlıklarıyla son yolculuklarına uğurlandı. Geride gözü yaşlı yavuklularını bıraktılar. Yanık yürekli analar ve babalar çocuklarının cenazelerini uğurlarken hep “Vatan sağ olsun” dediler. Şehitlerin körpe kuzuları ve eşleri düşmanı sevindirmemek için gözyaşlarını içlerine akıttılar. Kimsenin acısı kimseden az değildi. Ezcümle niyetine tekrar ediyorum; yarbayımızın bu serzenişi hesap kitap ürünü değilse mesele yok. Şayet belli bir çevrenin sözcüsüyse hoş değil.
– See more at: http://www.61haber.com/yazi/1046-askerlikte-yemine-sadik-kalmak.html#sthash.ISBny9ZO.dpuf