Tetikçisiyle planlayıcısıyla, destekçisiyle; terör’den yana olanlar; hiçbir meşru amaca ulaşamazlar; hiçbir zaman tatmin bulamazlar. Ama amacı varmış! İnsanı hiçe sayanın hiçbir meşru amacı olamaz. Ne sebep analizine ne tahmin hesabına ihtiyaç duyarım; askerî müdahaleye/teröre bel bağlayanlar eninde sonunda kaybederler. İnsanı hiçe sayanların akıbeti hüsrandır. “Aşamalar” değişken olabilir, akıbet değişmez. Manasıyla da, maddesiyle de, ruhuyla da, aklıyla da, kültürüyle de medeniyetiyle de tam bir perişanlık.
Aile açısı da vardır. Bir noktada insan kendini nefsini korumak durumunda olabilir. Ailesinin sıkıntılarıyla çıkarlarıyla öncelikli olarak ilgilenme sorumluluğunu duyabilir. Kendi dünya görüşüyle daha duyarlı bir biçimde meşgul ve mahmul bulunması da normaldir. Ama bunların hiçbiri, başka açıları yok saymayı gerektirmez, mazur ve haklı göstermez. Ayrıca hep oraya takılı kalmak, orasını da doğru dürüst görebilme imkânını yok eder.
Milletin, memleketin, devletin birliği/dirliği/bütünlüğünü bozacak her türlü faaliyete ‘dur!’ denip mücadele etmedikçe sorumluluktan kurtulamayız. Kendini haklı görmekten, AK Parti ve Tayyip ERDOĞAN düşmanlığından, kendi hocaları, kendi aldıkları kararlardan, konulardan başka bir şey düşünemez hale getirildiklerinden haberleri bile yok! Böyle bir toplumdan bir şey çıkmaz. Hayatımız başıboş kalır, bir düzenimiz, bir ahengimiz olmaz. Bir de başkasının açısından bakıversene. Bu ülkenin, bu hayatın, bu dünyanın tek bir yönü yok ki. Senden başka insanlar, senin ailenden, senin mensubiyetlerinden başka mensubiyetler ve aileler; başka duyarlılık konuları, değerleri ve alanları da var.
Her şeyi kendinden ibaret gören, kendini de bilmiyor demektir. Keza, her şeyi kendi düşüncesinden ibaret sayanlar, o savundukları düşüncelerdeki hakikat paylarından da habersizler demektir. Şu son 15 Temmuz’da cereyan eden hâdiselere bakın. Adam adaletin tecellisini bekleyip kim olursa olsun, kimden gelirse gelsin, darbeye yardımcı olmuş, ülkeyi kaosa sürüklemeye teşebbüs etmiş, bir sürü illegal yapılanmaların içinde bulunmuşsa çeksin cezasını demek insanlığımızın icabı değil mi? Gel de Rasulullah’ın bugüne ışık tutan şu sözlerini hatırlama. “Toplumların helak sebebi; zenginler, itibarlılar, nüfûzlular suç işlediğinde ceza verilmez, o suç kapatılır. Mustazaflar ( ezilenler, fakirler, nüfûz ve itibarı olmayanlar ) dan birisi suç işlediğinde ise hemen cezalandırıldı.” ‘Hakkın ve Hakikatin Hatırı’ sizin yanınızda hiçbir değer ifade etmiyor mu? Senin başka bir değerin, değer ölçün ve özelliğin yok mu, sen “önce insan” değil misin? İnsan olmak, insan olarak gerçekten var olmak; yalnız bu bile, yalnız bu hakikat bile; cinayeti, zulmü, terörü, acımasızlığı, ruh ve mutluluk hainliğini engellemez mi, engellemeye yetmez mi? Önce insan olmalı, insan olarak var olmalı. Böyle olunduğu takdirde ‘Hakkın ve Hakikatin Hatırı’nı bir yere koyabilirsiniz.
Bakış açılarının darlığı; gönülleri, akılları, vicdanları ve ruhları da daraltıyor. Darlığın sabitleşmesi, dengenin bozulmasıdır; sıhhat özelliklerinin kaybolup çeşitli arızalara ve hastalıklara açık hale gelinmesidir. Bu hal, lokal bir problem ve sorun değildir. Bugünkü mesele, evrensel mesele, “insan” meselesidir. Önce insan meselesinden başlanmadan hiçbir mesele çözülemez. Askere; talebesinden, erlerine, bütün komutanlarından, en üst seviyedeki adamlara kadar bu ülkenin insanı oldukları hatırlatılmalı. Onların bu şekilde yetişmelerini sağlayan eğitim sistemi âcilen köklü bir değişime tâbi tutulmalı, İHL’li öğrenciler askerî okullara kabul edilmeli, ayırımcılık yapılmamalıdır. Aynı zamanda aslî görevini yapmayıp kışlanın dışına çıkan her türlü siyasi faaliyetlerde bulunanların İttihat ve Terakki’den Abdülaziz padişahın katledilmesine, 2. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden, Cumhuriyet dönemindeki ihtilal ve teşebbüslerine (60, 80 ihtilalleri, 12 mart, 27 nisan, 28 Şubat, vs. teşebbüsleri) askerî talebelere seminer/ders şeklinde mutlaka verilmeli, ülkemize verdiği zararlar güzelce izah edilmelidir. Aynı zamanda askerin her kademesinde görevli olanların hiçbir zaman ayrı bir statüde olmadıkları da vurgulanmalı, sonuçta zihnî/fikri bakımda, iç ve dış dünyalarında hiçbir problem yaşatılmamalıdır.
Öncelikle dinimizi/imanımızı/Kitabımızı/ Peygamberimizi sahih ve sağlam kaynaklardan öğretilmeli, tek geçerli din olarak sadece İslâm’ın olduğu izah edilmelidir. Yanlış ve kötü örneklerin bağlayıcılığı olmadığı, dindar gözükenlerin hataları dine mal edilmemelidir.
“İnsanların birbirine sevgiyle-saygıyla davrandığı, kendileri için istediklerini, başkaları için de isteme; kendileri için istemediklerini başkaları için de istememe anlayışının hâkim olduğu bir ülke. İnsanlarının gönül aydınlığı ile aydınlanan, ruh ve düşünce zenginliğiyle çiçeklenen bir ülke. Mutluluğu da acıyı da paylaşabilenlerin, insanı insan yapan değerleri hiç unutmayanların ülkesi. Komşulukların, dostlukların, arkadaşlıkların, akrabalıkların, vefakârlıkların hayatımıza yansıdığı bir ülke. Ağlamayı da gülmeyi de, çileyi de, başarıyı da terslikleri de bilen, taşıyan ve gerektiği gibi karşılayan “ölçü ve denge” toplumunun ülkesi.
Aydınlarıyla halkının kucaklaştığı, dünü, bugünü yarını; zaman ve mekân üstü bir tefekkür yüceliği ile yorumlayabilme ufkuna sahip insanların bulunduğu bir ülke. Dayanışmayı, yardımlaşmayı, bütünleşmeyi, havanın teneffüs edilmesi gibi son derece tabii bir tavır halinde yaşayanların ülkesi… Nefsiyle, inadıyla, öfkesiyle değil; aklıyla, idealiyle, yüreği ile düşünenlerin ülkesi… Aileyi göz bebeği gibi koruyan, muhtaç olduğu değerleri korumanın aileyi korumakla gerçekleşeceğini bilenlerin ülkesi… Yaşlıların, hastaların, muhtaçların; ilâhi emanetler gibi görüldüğü, onlara yakınlık göstermenin en derin ulvîliklere eriştirici bir imtihan nimeti olarak görüldüğü bir ülke…”
Böyle bir ülkeyi, böyle bir ülkede yaşama tercih edilir hale gelindiği bir ortamdan rahatsız olunmayıp iftihar ettiğimiz bir ülkemiz olduğunu unutmadan yaşayalım/yaşatalım.
(not: bu yazı yazar Yaşar DEĞİRMENCİ tarafından kaleme alınarak Akit Gazetesinde yayınlanmıştır)