Son yıllarda, hemen hepsi Amerikalı olan bazı sosyolog ve siyaset bilimcileri, vaktiyle ortaya koydukları teorilerle Dünya gündeminin baş köşesine oturuyor. Bu anlamda son yılların en önemli örneği, New York (Dünya Ticaret Merkezi binalarına) ve Washington’da (Pentagon binasına yönelik) meydana gelen 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra, konuyla ilgili tüm analizlerde, “Medeniyetler Çatışması” tezinden oldukça çok söz edilen Prof.Dr. Samuel Huntington’dur. 2001 yılından bu yana, Huntington’la birlikte adı en çok duyulan diğer bir Amerikalı isim ise, “Tarihin Sonu” adlı tezi ile dikkatleri üzerine çeken Japon asıllı Prof.Dr. Yoshihiro Francis Fukuyama’dır. Huntington gibi The Journal of Democracy Dergisi’nin Yayın Kurulu üyesi olan Fukuyama, onunla birlikte bir süre bu derginin Editörlüğünü de yaptı.
Son aylarda, önce Tunus’ta, sonra Mısır’da ve şimdi de Libya’da meydana gelen toplumsal olaylarla adı Dünya gündeminin üst sıralarına yükselen yeni isim ise, Prof. Dr. Gene Sharp adlı diğer bir siyaset bilimci ve sosyolog. Ve tabii yine Amerikalı…
Ve de, Mısırlı isyancı (cebinde Gene Sharp’ın 198 maddelik Silahsız Eylem Rehberi’nin Arapça baskısı olduğu halde) bağırıyor: “Bu Mısırlıların devrimi. Amerikalılar bize ne yapacağımızı söyleyemez!..”
Burada, Huntington ve Fukuyama ile ilgili kısa bazı hatırlatmalar yaptıktan sonra, Sharp’a yeniden döneceğiz.
Uzun yıllar, Harvard Üniversitesi Politik Bilimler Akademisi öğretim üyeliği yapan Huntington (1929-2008), aynı üniversitede Uluslararası İlişkiler Direktörlüğü, Harvard Uluslararası ve Alan Çalışmaları Başkanlığı, 1986-1987 yıllarında Amerikan Politik Bilimler Birliği Başkanlığı, 1977-78 yıllarında Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Konseyi ve Güvenlik Planlama Bölümü Koordinatörlüğü gibi görevlerde bulundu.
1952 doğumlu olan Fukuyama ise, ABD Dışişleri Bakanlığında Politika Planlama Dairesinde Ortadoğu uzmanı ve Genel Direktör Yardımcısı olarak çalışmış ve 1981-1982 yıllarındaki Mısır-İsrail Görüşmelerine ABD Heyeti Üyesi olarak katılmıştı. Çeşitli think-tank kuruluşları ile örgütlerde görevler üstlenen Fukuyama, 2005’ten bu yana, Johns Hopkins Üniversitesi’nde uluslararası iktisat politikası öğretim üyesi olarak görev yapıyor ve The American Interest Dergisi’nin Yayın Kurulu Başkanlığını yürütüyor.
Protestan bir Rahibin oğlu olan Prof.Dr. Gene Sharp, 1928 yılında Amerika’da Ohio’da doğmuş. Sosyoloji okumuş, Mahatma Gandi’nin hayatından etkilenmiş ve bunun üzerine sivil itaatsizlik üzerine araştırmaya başlamış. Şiddete karşı olduğundan, Kore savaşına katılmayı reddetmiş ve bu nedenle dokuz ay hapiste yatmış. Hapisten çıkınca İngiltere’ye gidiyor. Oxford’da siyaset bilimi doktorası yapıyor. II. Dünya Savaşı’nda, Alman Nazi rejiminin altını oyan Öğretmen Hareketi üzerinde çalışıyor.
1960’da Amerikaya dönüyor. Harvard Üniversitesi’nde araştırmalarına başlıyor. Sekiz yıl sonra, Şiddetdışı Hareketin Politikası adlı kitabını yayımlıyor. Sharp’ın bu ilk kitabı tamamen teorik bir çalışma. Bir protesto gösterisinin nasıl planlanması gerektiği ve diktatörlüklere karşı geçmişte uygulanıp başarılı olmuş yöntemler.
1983’de, Boston’da Albert Einstein Enstitüsü’nü kuruyor ve burada “Sivil itaatsizlik” konusunda eğitimler vermeye başlıyor. 1993’de “Diktatörlükten Demokrasiye” adlı kitabını yayımlıyor. Sharp, bu kitabını, o yıl Birmanya’da muhalefet lideri Aung San Suu Kyi’nin tutuklanmasından sonra başlayan demokratik harekete ithafen yazdığını belirtiyor.
Son aylarda Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinde meydana gelen olaylarda, eylemcilerin ceplerinden eksik olmayan ve sadece 60 sayfa hacminde olan, Sharp’ın “Şiddetdışı Eylemin 198 Yöntemi” adlı kitabı ise, en az 30 dile çevrilmiş ve birçok ülkede yasaklanmış bulunuyor.
2001’de Sırbistan’da Slobodan Miloşeviç’i ve Ukrayna’da 2004-2005 yıllarında meydana gelen Viktor Yanukoviç‘i düşüren demokratik hareketlerden, İran’da 2009 yılında gerçekleşen gösterilere kadar, çeşitli ülkelerdeki sivil itaatsizlik ve silahsız başkaldırı hareketlerinde (hatta son yıllarda PKK tarafından da) Sharp‘ın silahsız eylem metodunun kullanıldığından söz ediliyor.
Bütün bunlar, günümüz dünyasında “Büyük Devlet” olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda ilginç ipuçları veriyor.
Amerika Birleşik Devletleri, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından (9 Kasım 1989) bu yana, Dünyada “Tek Kutuplu” bir düzen kurmayı başarmış görünüyor. Bu tek kutupluluk, insanlığın yüzyıllardır alışık olduğu iki (ya da daha fazla) kutuplu dünya düzenlerinden çok farklı dinamiklere sahip bulunuyor.
Eğer bir devlet, başka ülkelerde, cebine kendisinin koyduğu teorilerle harekete geçirdiği isyancıyı kendisine karşı “kahrolsun” diye bağırtabiliyorsa; bu durumu, bugüne kadar bilinen tüm mantıksal yaklaşımlarla anlamak ve çözümlemek mümkün olmaz! Bu gibi konuları, bilinenin dışında yeni bir mantıksal yaklaşımla incelemek ve çözümlemek gerekiyor.
Birden fazla kutuplu dünyanın paradigmaları ile, bu tek kutuplu yapıyı ve onun büyük patronlarını anlamak mümkün olmaz.
Eskiden, insanların ya da devletlerin, belirledikleri hedeflere ulaşabilmek için yanıltıcı bilgiler yaymaları ve hedef kitlede, kendi lehlerine davranış değişikliği meydana getirmek amacı ile kullanılan “dezenforamasyon” uygulamaları, günümüzde çok daha farklı ve çok daha güçlü bir noktaya gelmiş bulunuyor. Telekomünikasyon ve iletişim alanlarında meydana gelen teknik ve metodolojik gelişmeler, bu tür yöntemlerin hem kullanımını olağanüstü ölçekte yaygınlaştırmış, hem de toplumlar üzerindeki etkilerini arttırmıştır.
Eskiden, sadece belli mücadele dönemlerinde (ve sınırlı konulara matuf olarak) kullanılan ve “hedef toplumun sağlıklı düşünebilme kabiliyetine müdahale” anlamına gelen bu teknikler, günümüzde, adeta bireysel ve toplumsal yaşamın temel bir parçası halinde, sürekli olarak kullanılmaktadır. Ülkeler ve toplumlar arasında, adeta “Dezenformasyon Savaşları”nın yaşandığı günümüzde, bu savaşın düzenli orduları olarak, medya organları ana rolü üstlenmiş bulunuyor.
Medya organlarının yayınları ve sair faaliyetleri ile hedef toplumların zihinlerini işgal etme esasına dayanan çağımızın savaş stratejilerini ve bunları kullanarak hedeflerine ulaşan siyaset anlayışını iyi anlamak gerekiyor.
Burada, sadece karakteristik bir örnek olması bakımından, 2003 yılında başlatılan Irak Savaşı’nı (ya da ABD’nin II. Körfez Harekatı) hatırlatmak gerekiyor. Başta İngiltere olmak üzere, (pek çoğu sembolik de olsa) dünyanın bazı ülkelerini yanına alan ABD’nin, “bağımsız ve BM üyesi” Irak devletine karşı başlatmak istediği saldırıdan önce, “uluslararası meşruiyet” havası oluşturmak amacıyla başlattığı, bu ülkenin “kitle imha silahları”na sahip olduğu iddialarının hiçbir aslının olmadığı, bugün artık açık bir şekilde anlaşılmıştır. Ama, ilginçtir ki, Dünyadaki hiçbir devlet için, bunun herhangi bir önemi yoktur!
Bugün tüm Dünya, tamamen kendi yazdıkları senaryoları çeşitli bölgelerde sahneleyen ve ortak hareket eden, siyasetten ekonomiye ve kültürden askeri alanlara kadar, çeşitli sektörel süper güçlerin her türlü etkilerine açık bulunuyor. Neredeyse hemen her sahada, hiçbir ülkenin karşı koyamadığı derecede etkileme gücüne sahip olan Dünyanın bütün bu sektörel güç merkezleri, adeta ABD (ve İngiltere) çevresinde organize olmuş gibidirler. Bugün, uluslararası başlıca rekabet alanlarında cereyan eden hadiseler ise, bir babanın kendi kontrolü altında oğullarına tanıdığı sınırlar dahilindeki rekabet etmelerine benziyor.
İşte böyle bir dünyada Türk halkı bugün, 1970’li yıllardaki politik liderler arasında yaşanan kısır politik demagojilere benzer şekilde, günümüzün başlıca siyasi parti liderleri arasında cereyan eden, seviyesi son derece düşük demagojilerle zaman ve enerji kaybediyor…