Ne yazık ki, Türkiye‘de Anayasa Mahkemesi, 21. yüzyıldaki bu siyasal çalılıktan kendisini kurtaramamıştır. ABD‘de 1932’de, Başkan Roosevelt, ‘New Deal’ (Yeni Dağıtım) programı çerçevesinde çıkardığı birçok kanunun Yüksek Mahkemece anayasaya aykırı bulunması karşısında, ‘Milletçe öyle bir noktaya geldik ki, Anayasayı Mahkeme’den kurtarmak için harekete geçmek zorundayız’ diyordu. 1936 seçimlerinden de zaferle çıkan Roosevelt, Yüksek Mahkeme‘nin yapısını ve yetkilerini değiştirecek bir teklif getirdi. Bu teklifin Kongre‘de görüşülmesi sırasında, Yüksek Mahkeme içtihadını değiştirerek bazı New Deal kanunlarını onayladı ve böylece çatışma, değişikliğe lüzum kalmadan giderildi. Hâlen ABD ve gelişmiş Batı demokrasilerinde uygulanan ‘kuvvetler ayrılığı’ sistemi, herhangi bir ‘jüristokratik’ (yargı iktidarı) hâkimiyete imkân vermemektedir.
***
Türkiye‘de ise durum tamamen farklıdır. 1961 ve 1982 Anayasalarındaki darbe kalıntısı, yoruma açık, sübjektif ve ideolojik hükümler, yargısal aktivizme, hattâ jüristokratik tahakküme çok açıktır.
Anayasa Mahkemesi de diğer devlet elitleri gibi, kendisini ‘devletin muhafızı’ ve bir üst ‘vesayet makamı’ olarak görmüş; seçilmiş siyasî elitlere daima şüpheyle bakarak kendisini millî iradenin üstünde varsaymıştır. Anayasa Mahkemesi‘nin (AYM) jüristokratik yargısal aktivizmi ve buna karşı demokratik tepkiler şu şekilde özetlenebilir.
1. 1961 Anayasası döneminde, AYM Anayasa’daki boşluktan faydalanarak Anayasa değişikliklerini iptal etmiş ve bu değişiklikleri gerek şekil, gerekse esas yönünden denetleyebileceği sonucuna varmıştır Bu kararlara tepki olarak 1971 Anayasa değişiklikleri ile AYM‘nin bu konudaki yetkisi sınırlandırıldı.
2. AYM, 1971 tâdillerine rağmen yargısal aktivizmine devam etti ve 1975, 1976, 1977’de dört anayasa değişikliği daha iptal etti. Gerekçelerde değişiklikler şekil kuralı olarak yorumlanıyordu. Buna tepki, 1982 Anayasası‘nda şekil denetiminin muhtevası tanımlanarak sınırlandırılması oldu. Ancak, başörtüsüyle ilgili son anayasa değişikliğinde, CHP‘nin iptal başvurusunu yetkisizlik sebebiyle reddetmeyerek dosyayı esastan incelemeye alan ve iptal kararı veren AYM, gene Anayasa’ya aykırı olarak aktivizmini devam ettirmiş; antidemokratik ve hukuka aykırı bir tutumla millî iradenin üstüne çıkmıştır.
3. AYM, siyasî partilerin kapatılması konusunda da tipik bir jüristokratik yaklaşımla âdeta ‘Yargıçlar Hükûmeti’ni ilân etti. 1986’da 3270 sayılı Kanunla değiştirilen Siyasî Partiler Kanunu‘nun 101 ve 103. maddelerine göre, parti kapatılabilmesi için gereken şartları önce kendiliğinden iptal etti; sonra da bu iptal hükmüne dayanıp Refah Partisi‘ni haksız ve hukuksuz şekilde kapatarak açık bir hukuk skandalına imza attı.
4. AYM’nin bu ideolojik ve yüzkarası iptal kararından sonra, 1999’da Siyasî Partiler Kanunu‘nun 101 ve 103. maddeleri yeniden değiştirilerek ‘odak olma’ durumu tanımlandı. AYM, bu defa da Fazilet Partisi‘nin kapatılması dâvâsında, önce bu kanun hükmünü iptal edip, daha sonra da bu iptal hükmüne dayanarak gene kapatma kararı verdi ve geçmişteki İstiklâl Mahkemesi ile Yassıada Mahkemesi gibi karakûşî bir eylem yaptı.
5. AYM‘nin, 2007’de sırf Abdullah Gül‘ün Cumhurbaşkanı olmasını engellemek için, hukuka ve mantığa tamamen aykırı olarak verdiği ‘367 Kararı’, yargısal aktivizm tâbiriyle de açıklanamayacak kadar ideolojik ve utanç verici bir yaklaşımdır (Bu karara o esnada AYM üyesi olan Haşim Kılıç şiddetle karşı çıkmıştı). 6. AYM, 2008’de, Yargıtay Başsavcısı‘nın tamamen ideolojik sebeplerle hazırladığı AK Parti aleyhindeki uydurma kapatma iddianamesini kabul etmiş ve AK Parti‘nin lâiklik aleyhinde faaliyet gösterdiği kararını vermiştir. İktidar Partisi sadece bir oy farkla kapatılmaktan kurtulabilmiştir. (Yarın bu konuya devam edeceğiz)