Düşünebiliyor musun? Bundan yarım asır önce yabancı bir ülkede işçi olarak çalışmak nasıl bir şeydir?
Hayatında ilk defa uçağa biniyorsun, ne olduğunu anlayamadan bir başka ülkenin kucağına düşüveriyorsun. Rüyada gibisin. Şaşkın şaşkın ne deniyorsa onu yapıyorsun. Dilini anlamadığın adamlar bir şeyler anlatıyor, birileri tercüme ediyor. Gruplar halinde bir yerlere doğru yürüyor, dehlizlerden geçiyor, yürüyen merdivenlerden korka korka çıkıyor-iniyor ve herkes durunca sen de duruyorsun.
Kavrayamadığın bir aptallık içerisindesin. Grubun başındaki Türk tercüman önce çalışacağınız fabrikayı gösteriyor, oradan konaklayacağınız Kadınlar Evi’ne getirip teslim ediyor ve siz nereye girip çıktığınızı, sabahleyin hangi yoldan işe gideceğinizi bilemez şaşkın bir durumdasınız. Her şey bambaşka! Tramvay nedir bilmeyen, yer altı trenine hiç binmemiş olan, yürüyen merdiveni sadece kulaktan duymuş biri için tam bir şok! Tabelalar, işaretler, reklamlar hep Almanca ve okumasını bile bilmiyorsunuz. Gören gözünüz baş edemiyor gördükleriyle, beyniniz algılayamıyor çevrenizdeki bu muazzam başkalığı… Tam anlamıyla yabancısınız. Bastığınız topraktan, aldığınız havaya, içtiğiniz suya kadar her şey bambaşka. Bu ülkede bir başka düzen var. Almanya’da her şey bambaşka.
Ülkü abla ile konuştuklarını anımsadı Selin:
– Tatilde arkadaş grubumuzla Ankara’ya gezmeye gittik. Keşke sen de aramızda olsaydın. En çok unutamadığım ne biliyor musun?
– Nedir Ülkü öğretmenim?
– Yürüyen merdivenler.
– O da ne? Merdiven yürür mü?
– Hem de nasıl!
– Anlatsana ablam!
– Canım ya, merdivenin birinci basamağına çıkıyorsun. Her basamakta bir insan duruyor. Seni üst kata götürüyor.
– Nasıl yani?
– Sen hiç yürümesen de o yukarı kata geliyor. Basamakları çıkmana gerek yok. Her kata o merdivenlerle çıkılıyor. Başlangıçta korkuyor insan, sonradan ama alışıyor.
Yürüyen merdiven nedir bir türlü anlayamamış, gözünde canlandırmaya çalışsa da başaramamıştı. ”Yaparak, yaşayarak öğrenme metodu” yaşamın her safhasında etkiliymiş meğer. Öğrencilerini beş yıl bu metotla yetiştirmeye çalışmamış mıydı? İşte şimdi aynı metotla Almanya’da yürüyen merdivenlerden ine çıka Ülkü öğretmenin dediklerini anlamıştı.
Selin’in Almanya’daki ilk yılları hiç de kolay geçmedi. O yıllarda, aşağı yukarı yarım asır öncesi, Almanların çoğunluğu İngilizce pek bilmiyordu, bilenler de fabrika işçisi değil, üst düzeyde olanlardı. Siemens fabrikasında montaj işçisi olarak çalışmaya başladığında Almancası sıfırdı. Trafik düzeni, yollar, alt geçitler her şey geldiği yerle kıyaslanamaz derecede bambaşka idi. Hani bir söz vardır; “dağdan indim şehre, şaşırdım birden bire” diye. Hoş, dağdan değil, deniz kenarından gelmişti Selin, ama burası alıp başını sokakta yürüyüvereceğin bir yere hiç benzemiyordu. Yabancı dil bilmeyen birinin; yurt dışında Münih gibi büyük bir şehirde yaşaması başlangıçta çıkmaz sokağa girmiş gibiydi. Bu şehirde kendi başına yola çıkmak, işe gitmek, alış-veriş yapmak oldukça zor ve cesaret isteyen bir şeydi. Hayatın her noktasında denizin ortasına düşmüş, elini uzatıp çıkaracak birini bekler gibi oluyor insan. Bir haftaya yakın bir zaman yolları, trafiği öğrensinler diye gruplar halinde işe götürülüp akşamüstü geri getirildiler.
Aradan birkaç zaman geçmiş, bir iki arkadaşı ile birlikte işe gidip gelmeye başlamıştı. Sabahın köründe yola çıkıyor, fabrikaya girince beyaz önlüğünü giyip, eldivenini takıp işinin başına oturuyordu. Akort bandının en sonundaydı. Diğer işçilerin işleminden geçe geçe en son ona gelen küçük parçaları makina ile kesiyor ileriye veriyordu. Eli ile parçayı makinanın dişlisinin altına getiriyor ayağı ile alt taraftaki ayağa basarak kesiyor, sağ eli ile de kesilen malı yan taraftaki bölüme itiyordu. Eli ayağı çok çabuk olduğu için arada mal beklediği oluyordu. Bir gün tam da hızlı hızlı çalışırken usta başı Bay Wiks yanına geldi, bağırıp çağırmaya başladı:
– Niye bağırıp azarlıyorsunuz ki? İşiniz sizin olsun! Ben ülkeme geri döneceğim.
Eldiveni, beyaz önlüğü çıkartı, tam oradan ayrılacaktı ki yan tarafında çalışan abla:
– Selin, ne yapıyorsun? O sana bir şey demedi ki?
– Bana bağırıyor abla, görmüyor musun?
– Hayır, bağırmıyor, herkese seni övüyor, çalışkanlığını, temiz ve hızlı çalışmanı anlatıyor. Diğer çalışanlar duysun diye böyle yapıyor. Bu genç kızımızı örnek alın diyor.
Selin utancından başını öne eğdi, sonra yaşlı ustabaşının ellerini öptü. Adamcağız ne olduğunu anlayamamıştı. Elini öpen bu kıza hayranlıkla bakıyordu. Türkçe, İngilizce özür diledi. Abla da olup bitenleri ustaya anlattı. Sevecen ve güven verici bakışlarla süzdü genç işçisini. Saçları bembeyaz, orta boylarda ve ince yapılı, temiz kıyafetli, titiz görünümlü, yaşlıca bir beydi. Meraklı gözlerle bakıyordu genç öğretmene. Kim bilir neler geçirmişti aklından. Acaba, “Neden vatanından kopup buralara kadar gelmişti bu gencecik öğretmen?” Ya da, “Öğretmen olarak görev yapmak varken bir fabrikada ve de vatanından çok uzaklarda çalışmayı neden tercih etmişti?” diye mi düşünüyordu? Sorsa Selin anlamaz, Selin anlatsa o Selin’i anlamazdı. Birbirlerine bakıştılar baba kız gibi… İşte o günden sonra Selin için uzunca bir Almanya serüveni kesin olarak başlamıştı. Artık Almanca öğrenmeliydi. Ne yapıp ne etmeli Almancayı konuşur hale gelmeli, kendini anlatabilmeli, o ülkenin insanlarını iyi anlayabilmeliydi.
Birkaç zaman sonra Alman Dil Akademisine kaydını yaptırdı. Okul sabahtan öğleye kadar olduğu için gece vardiyasında çalışmak istedi. Ustabaşı ona yardımcı oldu. Almanca öğrendiği için Selin’e karşı babacan davranıyordu. Makinanın başında kelimeleri tekrar etmesine göz yumdu. Ayağı ile parçayı keserken bir sözcük okuyor, o sözcüğü içinden defalarca aklında kalıncaya kadar tekrarlıyordu Selin. Kitabını makinanın üst tarafındaki bölüme açık bir şekilde yerleştirmişti. Selinden etkilenerek mecmua, dergi, gazete kitap okumak isteyen hanımlara izin vermeyen ustabaşı, “Selin hem çalışıyor hem de Almanca öğreniyor. Siz işinize bakın. “diyerek ikaz ediyordu.
Almanca öğrenmek kolay değildi. Grameri Türkçe’nin tam tersi ve Türkçede olmayan birçok kurallar vardı. İsimleri öğrenirken başlarına gelen -der, -die, -das belirteçlerini kime sorsa istediği yanıtı alamıyordu. İsimleri belirteçleri ile birlikte öğreneceksin deyip geçiyorlardı. Şimdiki gibi iki dilli sözlükler, ders kitapları yoktu. Sadece Almanca sözlükler ve kitaplar vardı. Almanca hiç bilmeyen biri bunu nasıl çözebilirdi? Üniversite öğrencisi olan arkadaşları da bir türlü anlatamıyordu. Bir hafta sonu Kadınlar Evine gelen genç bir hanımla tanıştı. Almanya’ya daha önce gelen tecrübeli biriydi. Evinde Almanca öğrenenler için yazılmış bir kitap olduğunu ve ona verebileceğini söyleyerek en kısa zamanda getireceğine söz verdi.
Meğer isimlerin önüne gelen bu belirteçler ne kadar da önemliymiş. Türkçe açıklamalı olan bu kitap onun dil öğrenmede önünü açtı. Artık isimleri öğrenirken daha dikkatliydi. Kelimeyi belirteci ile öğrenmek zorunda olduğunu biliyordu. Akademide dersleri daha iyi anlar duruma gelmişti.
Aradan bir yıl geçtiğinde Selin artık konuşuyor, derdini çat pat anlatıyordu. O yıllarda Genel Ağ ( İnternet) ve dolayısıyla YouTube gibi öğretim kanalları olmadığından dil öğrenmek başlı başına bir işti. Selin yılmadı. Her zaman ve her işte olduğu gibi azimle elindeki imkanlar dahilinde öğrenmeye devam etti. Bir yandan çalışıyor diğer yandan Almanca öğrenirken ailesini de ihmal etmiyordu. Bir seneyi doldurmak üzere iken dört kız arkadaşı ile bir ev kiralayarak Kadınlar Evinden çıktılar. Kadınlar Evi çok kalabalıktı. Tuvaleti, banyosu ve küçük bir mutfağı olan odada dört kişi kalıyordu. Odada iki katlı ranza denen yataklar, ortada masa ve sandalyeler vardı. Taşındıkları ev; dört odası, salonu, banyosu, balkonu olan, kaloriferli, asansörlü güzel bir evdi.
Zamanla arkadaş çevresi genişledi. Yeni arkadaşlar edindi. İkinci yıla başladığında kredi çekti, babasına gönderdi. Babası, düğünden ve ağabeyi Gültekin’den geri kalan borçları ödeyerek büyük bir sıkıntıdan kurtulmuştu. Kızına mektuplar gönderiyor, sürekli dua ediyordu. Selin’in içi rahatlamıştı. Kredi ödediği için fabrikadan aldığı para yeterli değildi. Çalıştığı fabrikanın başka bir bölümünde temizlik işine başladı. Harçlığından geri kalan miktarı babasına gönderiyordu.
Serde gençlik olunca yeni arkadaşlar tanıdı. Kimileri ile yakın dost oldu. Birileriyle yaşamın zor yanlarını öğrendi. Tüm bunları yaşarken iki amcası ne aradılar, ne sordular. Kitaplarda öğrendiklerinin haricinde hiçbir şekilde tanımadığı bu ülkeyi ve insanlarını her geçen gün daha iyi tanımaya ve anlamaya başladı.
Günler nasıl geçiyor farkına bile varmıyordu. Şimdi kafasını meşgul eden bir başka konu vardı: Annesini Almanya’ya getirmek, işçi olarak çalışmasını sağlamak. Annesi gelirse babasını ve kardeşlerini de getirebilir diye düşünüyor, kendince güzel planlar yapıyordu…
Şükran GÜNAY’dan
Şükranca YİB